27 Ocak 2013 Pazar

Lost in Translation'nın Ardından



Lost in Translation'ı izledim az önce. Başrollerinde  Bill Murray ve Scarlett Johansson oynuyor. Bill Murray, Bob Haris isminde -Tokyo'ya bir içki markasının reklam filmi için gelmiş- ünlü bir yıldızı, Scarlett Johansson ise Charlotte adında -fotoğrafçı eşinin işinden dolayı- Tokyo'ya gelmiş, güzel ama görece mutsuz bir kadını oynuyor. İkisinin birkaç ortak paydası var; bunlardan biri insomniaları. Uyumakta sorun yaşamaları yani bir nevi hastalıkları ikisini birbirine yaklaştıran bir lütuf oluyor, filmi izledikçe anlıyorsun.. Neyse... Charlotte ve Bob kaldıkları otelin barında tanışırlar ve öykü ondan sonra gelişir. İkisi de eşlerinden ve hayatlarının rutin akışından sıkılmışlardır. Bob, 25 yıldır evli bir adam; Charlotte ise 2 yıldır evli bir kadın... Eşleri ile sevişerek evlenmişler; ama bilirsin işte bazen en sevdiklerin bile zamana teslim olur ve sıkıcı bir yabancıya dönüşürler. Bob ve Charlotte yaşamlarındaki arayışa, birbirlerinde buldukları dostlukta kısa bir mola verirler. 
Buraya kadar her şey bildiktir. Beni etkileyen bir-iki sahne oldu. Birisi; Bob'un eşi ile telefon konuşmasında, 25 yıllık sıkılganlığına rağmen, ona "seni seviyorum" dediği an. Bob, orada çaba harcamak ve belki de ilişkisini onarmak istemektedir; ancak eşi hayatının saçma koşuşturmacasına dönmek için acele etmiş ve o cümleyi duyamadan telefonu kapatmıştır. Duysa ve Bob'a sevgi dolu bir şekilde karşılık verse her şey daha mı iyi olurdu bilmiyorum; ama denemeye değerdi. Bir diğer sahne; Bob ile Charlotte'ın uyuyamadıkları bir gece aynı yatağa uzanıp sohbet ettikleri sahne. İki karşı cinsin, cinsel herhangi bir beklenti olmaksızın, sadece birbirini dinlemek ve anlamak için aynı anda aynı yerde olması, muhteşem bir deneyim olmalı. ...ve son olarak birbirlerine sarılıp vedalaştıkları sahne var; hayatlarında aradıkları şeyi birbirlerinde bulduklarını bildikleri halde büyük bir olgunlukla ayrıldırlar; bağımlılık ile bağlılığın ayrıldığı ince çizgide onlar sadece birbirlerine bağlı kaldılar, bağımlı olmadılar.
Hani bazen birine çok aşık olursun ve sanki o senin  hayatının sihirli değneği olacak, hayatındaki tüm aksaklıkları düzeltecekmiş gibi onu arzularsın. İlk zamanlar gerçekten hayatına sihirli değnek değmiş gibidir; onun sesi, onun gülümseyen yüzü herşey seni çok mutlu etmektedir. Ama bir süre sonra yavaş yavaş sıkılmaya başlar ve bir kısır döngünün içine girmiş gibi hissedersin. İşte o zaman dostluğun ve koşulsuz sevginin, aşktan ve tutkudan çok daha değerli olduğunu anlarsın. Lost in Translation öyle bir film işte... Ne asalakça bir bağımlılık, ne de sadistçe bir baskıcılık olmayan ilişki... Macmurray sevgiden bahsederken der ki; "...kendi ötesinde hiçbir amacı olmayan; insanlar için deneyimi paylaşmak doğal olduğu için bir araya geldiğimiz; içinde birbirimizi anladığımız, birlikte yaşamaktan sevinç duyduğumuz, doyuma ulaştığımız, kendimizi karşılıklı olarak birbirimize anlattığımız ve açtığımız bir ilişki." Dilerim Macmurray'ın bahsettiği şekilde ilişkiler yaşarız.
Hmm elbette yan masa servisimiz var, filmin müziği; 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder