25 Aralık 2012 Salı

Döpiyesli Hatun

Hmm önce biraz müzik,  sonra "Döpiyesli Hatun"un hikayesi;) Ne dinlesek ... belki biraz Sia, breathe me desin. Yoo daha farklı birşeyler istedi ruhum. Belki Nouvelle Vague, in a manner of speaking desin.

Şimdi hikayeye geçebiliriz. Bir varmış bir yokmuş, herhangi bir anne babanın herhangi bir kızı olarak dünyaya gelmiş Döpiyesli Hatun, sanırım yaklaşık 50 yıl önce. Döpiyesli Hatun diyorum, çünkü onu tanımadan önce, döpiyesine uygun taktığı toplumsal maskelerindeki gücü ve narsisizmi tanıdım. Rahatsız edici ölçüde uzak ve soğuktu. Çocuğu için gelmişti; ama sorunun bir türlü adını koyamıyordu. Konuşmaya başlayınca çağrışımları alıp götürüyordu. Sabırla dinledim, gerçekten ne için geldiğini anlamak için sabırla dinledim. Önce soğuk ve resmi duruşuyla uyuşmayan göz altı torbaları dikkatimi çekti, sonra öyküsündeki kırılganlığı fark ettim. Sahte kendiliğinden gerçekliğine ulaşmayı istedim, bazen yaptığım hamlelerde püskürtüldüm. Kaygı duydum 1-2 görüşme öncesi, sanki ne yapsam personalarından özüne ulaşamayacakmış gibi hissettim. Bir gün "artık bu son görüşme olacak" diye karar aldım; ki tam o kararı aldıktan sonra yaptığım görüşmede beklemediğim ölçüde hızlı bir kırılma gerçekleşti. Döpiyesinin, makyajının, soğuk bakışlarının ve  orta yaş görünümünün arkasında gizlediği dört yaşında kırgın / üzgün / incitilmiş kız çocuğu bir anda ortaya çıktı. Annesi onu teyzesine bırakıp gitmişti, teyzesi onu hep hor görmüştü; köylü diye, pis kokuyor diye... Çoğu zaman kendisini dış kapının eşiğinden bile içeri almayan teyzesine emanet etmişti annesi onu, eline 3-5 bozukluk ve kokulu bir sabun tutuşturarak. Direnmişti, aglamıştı dakikalarca gitmemek için; ama işe yaramamıştı. Anlaşılamamıştı, yetişkinler onu anlayamamıştı. Hayatta çok şey yaşamıştı, her yaşadığı olay çok eskiden içine konan değersizlik butonuna basmıştı; "Ben önemsenmeyen biriyim" diye bangır bangır bağırıyordu. Belki de bu yüzden "önemsenme" zırhlarını giymişti üstüne, tepeden bakan ifadesi ile saklamayı ummuştu içindeki kırılgan tarafı... Ağladı, anlattı, çok ağladı, çok anlattı... Bir yerde durdu; "Nasıl oluyor da hayatımı tanımadığım bir kızın kollarına bırakıyorum." dedi; gözlerine baktım "Siz iyi olmak istiyorsunuz ve ben bu isteğinizi gerçekleştirmek için harcadığınız çabada size eşlik ediyorum, bu kadar" dedim. Gülümsedi. Sarılmak istedi. Sarıldı ve gitti. Giderken maskelerini odamda bıraktı, o artık "önemsenmeyen biri" değildi.

22 Aralık 2012 Cumartesi

Bir Film, Bir Kitap, Bir Şarkı



   Bügün 22 Aralık 2012 cumartesi. Mayaların kopmasını bekledikleri kıyametten bir gün, hayata 'merhaba' dediğim zamandan 26 yıl 4 gün sonrası. Mayaları, hayatı ve kendimi sorgulamak için müsait bir girilik var havada. Tıpkı Theo Angelopoulos'ın ölümcül bir hastalığı olduğunu bilen bir yazarın hastaneye yatmadan önceki son gününü anlattığı Eternity And A Day / Sonsuzluk ve Birgün filmindeki gibi. Filmi izlerken çok sıkılmıştım, sahneler çok griydi, sanki pusuda bekleyen ölümün silueti gökyüzüne yansımıştı. Yazarın tüm ömrünü kareler halinde bir güne sığdırma azmi beni sarmıştı. Yaşlı bir adam ve küçük bir çocuk; geride kalan geçmiş ve yaşanmamış gelecek... Ölümün soğukluğuna giderken geçmişin sıcaklığına sığınan bir adam falan... Etkileyiciydi.
Cengiz Aytmatov'un Gün Olur Asra Bedel kitabını okurken de benzer duyguları yaşamıştım. Satırların arasında bogulduğum kasvette; zamanı, hayatı, yapıp ettiklerimi ve yapmak istediklerimi sorgulamıştım. Tüm günlük koşturmaca çok anlamsız gelmişti. Sadece "an"da, "şimdi ve burada" olmayı arzulamıştım. Ne dokunamadığım geçmiş, ne bihaber olduğum gelecek ... sadece an içinde olmak; geçmişin yükü ve geleceğin kaygısı olmadan. Belki mantığımı realistlere hediye edip, duygularımı azığım yaparak ;) Biliyorum bunlar rasyonalist dünyanın kendince "gerçek" dediği zırvalıklarla uyuşmuyor; ama bir gün bitecek hayatta "gerçek" olan ne sahi?: Sonlu zamanı sonsuzluk yanılsaması ile yaşamak mı, yoksa sonsuzun farkında olup sonlu kaygılardan uzaklaşmak mı? Sen düşün, ben de düşüneceğim.
 Björk söylesin, New World desin.

16 Aralık 2012 Pazar

Aldatan Adamlar Üzerine

Aldatan adamlar üzerine bir şeyler karalamak istiyorum bugün... Sevdikleri kadını "elde ettikten" sonra diğer kadınlara yönelen adamlar; aynı anda iki kadını aldatan adamlar ve onların suçluluk duygularından kurtulma yollarına değinme arzum var. Bu adamlar gözlemlediğim kadar ile her aldatma deneyiminden sonra yoğun suçluluk hissediyorlar ve bu  duygunun baskısından kurtulmak için ya birinci kadına daha sıkı sarılıyorlar ya da kendisini "baştan çıkardığı" gerekçesi ile ikinci kadını suçluyorlar. Tam bu noktada Kernberg'in değindiği "azizeler ve orospular" ayrımına geliyoruz. Birinci kadın azize oluyor, ikinci kadın orospu. Erkeğin idealize ettiği kadın ise "azize orospu". Yani gerçek olmayan bir kadın... Bu tip adamlar üzerine bir yıgın süslü püslü cümle yazılabilir, güzel de olur. Lakin sanırım üşeniyorum. Ez cümle bu herifler çok yorucu olurlar, mutsuzluğa  ve mutsuz etmeye mahkumlar. Uzak durmakta fayda var. 

2 Aralık 2012 Pazar

Bir Aralık...

Hayatımın yirmi altıncı aralığı...  Bir aralık bulup nefes almaya çalıştığım, uzun süredir yanlış zarlara oynadığım yirmi altıncı aralık. Bugün babamla rutin acil ziyaretimizi yaptık.  Müşahede odasında belki birazdan ölecek amcanın gözyaşlarını dinledim. Babamın yüzündeki kırışları inceledim, estetik kaygıdan uzak, yılların çentikleri gibi baktım onlara. Elimi alnına koydum, çocukluğumun sarsılmaz aslan kralı, artık çok narin ve kırılgan. Sanki o benim çocuğum. Düşündüm... Üzüldüm... Düşündüm... Üzüldüm... Düş...
Yıllar çok hızlı geçiyor. Sadece biraz huzurdu sanki tüm isteğim. Her geçen yıl huzur ile aramdaki mesafe biraz daha açılıyormuş gibi hissediyorum. Çok anlamsız her şey. Sigara dumanından halkalar yapan adamın yalan söylerken takındığı ciddiyeti, ben hayatı yaşarken hissetmiyorum. Kaygı ...hmm evet kaygı, bir süredir tüm renklere hakim. İçinde ciddiyet olmayan bir kaygı, belki güvensizlik. Bilmiyorum. Sadece sıkıldım, dünyanın tüm adamlarından ve kadınlarından...