29 Eylül 2013 Pazar

Aşk, belki de budur.

"Aşk hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Bir gün hoş bir şey görürsün, bir de bakmışsın ki 56 yıl olmuş. Ve sinemada altına sıçmışsın, temizlemene yardım eden tek kişi o. Aşk budur."

Hikayemiz Bay Mavi ile Bayan Beyaz arasında geçiyor. Bayan Beyaz, hikayemizin aşık ama mutsuz kadınıdır. Çok sevmiştir, koşulsuzca; ama sevgisi yetmemiştir Bay Mavi'yi inandırmaya... Çok çaba harcamış; ama sonra şairin dediği yerde "Olmuyorsa zorlamayacaksın!" deyip, bırakmıştır, Bay Mavi'ye dair hayal kurmayı... Yine de Bay Mavi, her gün sayısını bilmediği sıklıkta Bayan Beyaz'ın nöronlarında dolaşmakta ve kalbinde ince acılar oluşturmaktadır. Belki bir gün bu duygular geçer, diye beklemektedir Bayan Beyaz... 

Aşk... Üstüne ne çok şey yazılmıştır, ne çok şey söylenmiştir. Bayan Beyaz'dan dinledim ki; aşk onun sesini duyduğunda heyecanlanmak, her şeyden çok onu istemek, onun ağzından dökülecek "seni seviyorum" cümlesi için tüm uykularını feda etmek, onun Tanrı tarafından senin için dünyaya gönderilen özel bir lütuf olduğunu düşünüp, çevrendeki herkes karşı çıksa ya da onu kötülese bile sevmekten vazgeçememek, onun için bilmediğin yerlere gitmeyi göze almak, onunla geçirdiğin her ana bir ömre yetecek güzel duygu sığdırmak  "şimdi & burada"yı dorukta deneyimlemek, o ne yaparsa yapsın ondan nefret edememek ve dahi onu kendinden çok sevmekmiş. Öyle ki 56 yıl sonra, onun altını temizlerken bile tiksinmemek ve yanında olduğu için Tanrı'ya şükretmekmiş. Onun senden önce ölmesi düşüncesine katlanamamak, senden sonra ölürse senin yasınla acı çekeceği için huzursuz olmak, birlikte ölmek için Tanrı'ya dua etmekmiş.  

Aslında Bayan Beyaz'dan çok daha fazlasını dinledim; ama bu kadarına müsaade etti yazmak için... Bayan Beyaz'ın hayattan pek beklentisi yok; ciddi bir hastalığın pençesinde ölümü bekliyor gibi. Tanrı'dan Bay Mavi'ye dair bir dileği var; dünyada çok mutlu olsun.

Bayan Beyaz'ın duygusal hikayesinden Lhasa De Sela'nın sesine geçiyoruz efen'im bize  "Anywhere on this road" desin;






14 Eylül 2013 Cumartesi

Aslını istersen; "They Don't Care About Us"

İnsanın varoluşsal yalnızlığı ile yüzleşmesi ve içinde oluşan o derin boşlukla baş etmesi zor. O anı yaşamamak adına sürekli bedensel ve zihinsel yorgunluklar içinde tutuyorsun kendini. Hep uğraşılacak ya da yapılacak şeyler var, yeter ki o duygunun içinde kalma... Neden bilmiyorum ama sanki biraz o duyguda kalsan bir kara delik tarafından yutulacakmış gibi anksiyete yaşıyorsun. O duygu her şekilde karşına çıkıyor; sevdiğin birinin ölümü, sevgiliden ayrılık, bağımlı olduğunun maddenin yoksunluğu, kedinin evden kaçması, bir öğleden sonrası evde yalnız kalmak vs vs... nerede ne şekilde olduğunu belirleyen senin "şey"lerle ilişkin. Ama doğrusu; nerede ne zaman ya da neden sonra ortaya çıktığı her zaman çok da önem arz etmiyor. Çünkü onlar sadece araç, esas olan o boşluk.  Hani tam olarak darkside gibi de değil, bilirsin işte daha çok ölüm anksiyetesine benziyor. Yani her şey hızla geçiyor. Her gün, hücrelerin ölüyor ve yenileniyor. Çevrendekiler birer birer eksiliyor, yerine yeni birileri geliyor. Bitmeyen bir devr-i daim.  Ölümü de yaşamı da her gün kendi bedeninde deneyimliyorsun, ancak yine de ne ölüme ne de yaşama vakıf değilsin. Çoğu zaman otomatik pilotta bir seyircisin. "Şimdi ve burada" olmak, tüm yaşam (?) koşturmacası içinde sana saçma. Bir yerlere yetişmen gerekiyor sürekli, bunları durup düşünecek vaktin yok. Hep koşturmalısın; önce akademik kariyerini tamamlamalı, sonra evlenmeli, çocuk yapmalı, iş yaşamında başarı elde etmelisin. Durmadan sürekli sürekli çalışmalısın. Evin en güzelinde oturmalı, otomobilin en güzelini kullanmalısın, çocukların en iyi okullara gitmeli. En güzel otelde sen tatil yapmalısın. Bunları elde etmek, dahası elde ettikten sonra korumak için nefes almadan çalışmalısın. Nakitin yetmediği yerde krediyle geleceğe borçlanmalı ve böylece son nefesine kadar çalışacağının gizli sözleşmesini yapmış olmalısın. Durma lütfen, durursan içindeki kocaman boşluk kara delik olup seni yutar. Senin buna vaktin yok hızla koşturmalısın. Yapacak çok işin var. Sen önemli birisin...

Ger gör ki, hakikat sahnesinde, sen koştukça takvimlerden günler eksiliyor, giden zaman ömründen mi gidiyor yoksa. Sen koşturdukça, amansızca sona yaklaşıyorsun. Ölümden o kadar çok korkuyorsun ki, yaşam kredisini reddediyorsun... biliyor musun sen "modern toplum" denilen kocaman nevrozun, bi' o kadar nevrotik bireyisin. Geçmiş olsun; ne sevecek ne sevilecek ne de hakikati durup düşünecek vaktin var. Senin yaşam formun sonsuz tüketim, hayatı da her şey gibi tüket! Ölüm seni tüketinceye dek!


28 Temmuz 2013 Pazar

Öyle Birşeyler İşte...

Haftanın en sevmediğim gününü sorsalar, kesinlikle pazar günü derim. Neden bilmiyorum ama benim için son derece buhranlı bir gündür, hele pazar öğleden sonraları yok mu, kendimi Nietzsche'nin nihilizminde debelenip; "Ne yapıyorum bu dünyada?" sorgulamaları ile nefesim kesilirken bulurum. Özetle; sıkıcı. Şu an Queen'in 78 albümünden birşeyler dinliyorum. Biraz avutuyor. Az önce de sıkıcı bir film izledim. Sonra telefonu elime alıp uzun süredir sesini duymadığım bir arkadaşımı arayıp, hiç umrumda olmadığı halde evlilik hazırlılıklarının nasıl gittiğini sordum falan. İçimdeki Nietzsche ile yüzleşmemek için bayağı çaba harcadım yani. En son olarak da buraya geldim.  Hangi varoluşçuydu hatırlamıyorum ama şu pazar buhranlarını "ölüm anksiyetesi" ile açıklıyordu. Bence mantıklı. Neyse..bugün seninle okuduğum kitaptan bir şiir paylaşmak istiyorum. Mısralar ruh halimle çok örtüştü. Belki üstüne bir Queen şarkısı da paylaşırım.

Hızla ilerler gecenin karanlığı,
Ve sarar aşkın gölgeleri bedeni ve zihni,
Batıya bakan pencereyi aç,
Ve karış kendi içindeki havaya,
Açmış bir çiçek var göğüs kemiğine yakın,
O çiçeğin her yerindeki balı iç,
Dalgalar içeri giriyor,
Bunca ihtişam var okyanusun yakınında
Dinle, kocaman deniz kabuklarının sesini! Çanların sesini!
Kabir der ki; "Dost dinle,
Söylemek zorunda olduğum şey budur:
Sevdiğim konuk içimdedir!"
Dost, konugu hayattayken bekle.
Tecrübeyi hayattayken yaşa.
Düşün ve hayattayken düşün.
"Kurtuluş" dediğin şey
Ölümden önceki zamana aittir.
Hayattayken koparmazsan iplerini,
Sonra hayaletler mi yapacak sanırsın bu işi,
Ruhun sırf beden çürüdüğü için,
Vecde dalacağı düşüncesi,
Hepsi fanteziden ibaret.
Şimdi bulduğundur o zaman da bulacağın.
Hiçbir şey bulamıyorsan şimdi,
Sonun ölüm şehrinde bir daire olacak sadece.
Ve şimdi sevişirsen ilahi olanla,
Sonraki yaşamda sahip olacaksın doymuş arzunun çehresine.
O zaman dal hakikate,
Bul öğretmenin kim olduğunu,
İnan Büyük Ses'e!
Kabir bunu der;
"Konuğu ararken,
Konuğa duyulan özlemin yoğunluğudur,
Asıl işi yapan.
Bana bak...
O yoğunlukta bir köle göreceksin."




13 Temmuz 2013 Cumartesi

Sosyal Eşitsizlik Dedikleri

Sağ eğilimlilerin 'sosyal tabakalaşma', sol eğilimlilerin 'sosyal sınıf' dedikleri sosyal eşitsizlikler kavramının toplumu anlamanın anahtarı olduğunu düşünüyorum. Doğa bilimlerinin bize tanımını yaptıkları dünya yuvarlaktır ve 'daire' insanlığın bugüne kadar keşfettiği en ideal şekildir. Daire idealdir, çünkü merkezden eşit uzaklıkta noktalardan oluşur. Eşitliğin resmi yapılmak istenirse bu kesinlikle daire olmalıdır. Ancak sosyal bilimlerin tanımladığı dünya daire değildir; piramittir. Piramitte yukarıdan aşağıya doğru bir yapı vardır. Toplum piramidal olduğu için hiyerarşik bir yapıdadır. Hiyerarşi eşitsizlikleri gösterir ve toplum yapısı gereği eşitsizliklerden oluşur. Toplumdan söz etmek için binlerce veya milyonlarca insana gerek yok, en az iki kişinin yaşadığı yerde toplumdan söz edebiliriz. Hatta biraz daha ileri gitmek gerekirse biz tek başımıza iken de toplumu oluşturabiliriz. Çünkü kendi içimizde de hiyerarşi yaşarız. ''Toplum hiyerarşiktir'' demek, ''toplum güç ve iktidar ilişkilerinden oluşuyor'' demektir. Toplum bir iktidar ilişkileri şebekesidir. En aşağıdakiler var güçleri ile yukarı çıkmak isterken, yukarıdakiler yerlerini korumak isterler. İktidarın burdaki işlevi ise; topluma rağmen birşeyleri dönüştürme çabasıdır. Bu yönü ile sosyal eşitsizlikler sistemi aslında bir iktidar eşitsizlikleri sistemidir. George Orwell, Hayvan Çiftliği'nde ''Bütün hayvanlar eşittir; fakat bazıları daha eşittir'' der. Orwell bu sözü ile hiçbir zaman eşitlikten söz edemeyeceğimizi vurguluyor. Eşitlik sadece bir yerde vardır; o da ÖLÜM'dür. Bütün insanlar ölüm karşısında eşittirler. Eşitlik ve özgürlük ideallerimizdir; bunlar ideallerimizdir çünkü YOKTUR! Özgürlük ve eşitlik birbiri ile çelişir. Eğer özgürlük ağır basarsa eşitsizlik artar ve eşitlik ağır basarsa diktatörlük ortaya çıkar. Nietzsche'ye göre insanların sahip olduğu en tehlikeli fikir ''eşitlik'' fikridir. Çünkü toplum kendiliğinden eşit değildir. Toplumun eşit olması için dışardan bir iradenin yani iktidarın toplumu eşitlemesi gerekir. Bu durum da piramidin yukarısında olanlara zulümdür. Bu şu anlama gelmektedir; dışardan bir eli gerektirdiği için eşitlik fikrinde ileri giderseniz eşitsizliği farklı bir boyuta taşımış olursunuz. Sosyalizmin handikapı da budur!

PS: Bu yazıyı ilk olarak ilgili linkte yayınlamıştım http://komunaliskembe.blogspot.com/2010/07/sosyal-esitsizlikler-konusuna-genel-bir.html#ixzz2YxaOMfhu

19 Şubat 2013 Salı

Öylesine...

Taşlı bir yolda ayakkabılarını çıkarıp, çıplak ayakla yürüyen ve sonra ayakları yara bere olunca; "Bu taşları kim bu yola dizdiyse  suçlu o!" diye feryat eden insanın hali çok budalaca değil mi? Ah, sevgili dikizleme günlüğüm! Hayat içinde pek çok durumda o budala adamın halini yaşıyoruz, seçimlerimizle... Zarar geleceğini bile bile aynı örüntüyü tekrar edip duruyoruz çoğu zaman, sonra da suçlu bir dış etken arıyoruz. İçimizde yükselen sesi bastırıyoruz, bir nevi mastürbasyon yapıyoruz. Yok azizim, bu özgürlük de sana ait, bu sorumluluk da... Yok bu goygoyun mana aleminde yeri, gerçek kendiliğinle yüzleşmek zorundasın. Ya ayakkabılarını çıkarmayacaksın, ya o yolda yürümeyeceksin ya da canın yanınca şikayet etmeyeceksin. Gerçek olup, sahteliğinden sıyrılacaksın, "kendi"ni bileceksin. Bu benim duygum, bu benim seçimim, bu benim sorumluluğum ... diyebileceksin. Seyirci olmaktan çıkıp, yaşayacaksın sadece bir kez verilen bu lütfu ve yükü... Bitecek, bu da her şey gibi, bari kendi senaryon olsun, sonunu kendin yaz ve kendin oyna. Öylesine... 'ben'mişçesine.

27 Ocak 2013 Pazar

Lost in Translation'nın Ardından



Lost in Translation'ı izledim az önce. Başrollerinde  Bill Murray ve Scarlett Johansson oynuyor. Bill Murray, Bob Haris isminde -Tokyo'ya bir içki markasının reklam filmi için gelmiş- ünlü bir yıldızı, Scarlett Johansson ise Charlotte adında -fotoğrafçı eşinin işinden dolayı- Tokyo'ya gelmiş, güzel ama görece mutsuz bir kadını oynuyor. İkisinin birkaç ortak paydası var; bunlardan biri insomniaları. Uyumakta sorun yaşamaları yani bir nevi hastalıkları ikisini birbirine yaklaştıran bir lütuf oluyor, filmi izledikçe anlıyorsun.. Neyse... Charlotte ve Bob kaldıkları otelin barında tanışırlar ve öykü ondan sonra gelişir. İkisi de eşlerinden ve hayatlarının rutin akışından sıkılmışlardır. Bob, 25 yıldır evli bir adam; Charlotte ise 2 yıldır evli bir kadın... Eşleri ile sevişerek evlenmişler; ama bilirsin işte bazen en sevdiklerin bile zamana teslim olur ve sıkıcı bir yabancıya dönüşürler. Bob ve Charlotte yaşamlarındaki arayışa, birbirlerinde buldukları dostlukta kısa bir mola verirler. 
Buraya kadar her şey bildiktir. Beni etkileyen bir-iki sahne oldu. Birisi; Bob'un eşi ile telefon konuşmasında, 25 yıllık sıkılganlığına rağmen, ona "seni seviyorum" dediği an. Bob, orada çaba harcamak ve belki de ilişkisini onarmak istemektedir; ancak eşi hayatının saçma koşuşturmacasına dönmek için acele etmiş ve o cümleyi duyamadan telefonu kapatmıştır. Duysa ve Bob'a sevgi dolu bir şekilde karşılık verse her şey daha mı iyi olurdu bilmiyorum; ama denemeye değerdi. Bir diğer sahne; Bob ile Charlotte'ın uyuyamadıkları bir gece aynı yatağa uzanıp sohbet ettikleri sahne. İki karşı cinsin, cinsel herhangi bir beklenti olmaksızın, sadece birbirini dinlemek ve anlamak için aynı anda aynı yerde olması, muhteşem bir deneyim olmalı. ...ve son olarak birbirlerine sarılıp vedalaştıkları sahne var; hayatlarında aradıkları şeyi birbirlerinde bulduklarını bildikleri halde büyük bir olgunlukla ayrıldırlar; bağımlılık ile bağlılığın ayrıldığı ince çizgide onlar sadece birbirlerine bağlı kaldılar, bağımlı olmadılar.
Hani bazen birine çok aşık olursun ve sanki o senin  hayatının sihirli değneği olacak, hayatındaki tüm aksaklıkları düzeltecekmiş gibi onu arzularsın. İlk zamanlar gerçekten hayatına sihirli değnek değmiş gibidir; onun sesi, onun gülümseyen yüzü herşey seni çok mutlu etmektedir. Ama bir süre sonra yavaş yavaş sıkılmaya başlar ve bir kısır döngünün içine girmiş gibi hissedersin. İşte o zaman dostluğun ve koşulsuz sevginin, aşktan ve tutkudan çok daha değerli olduğunu anlarsın. Lost in Translation öyle bir film işte... Ne asalakça bir bağımlılık, ne de sadistçe bir baskıcılık olmayan ilişki... Macmurray sevgiden bahsederken der ki; "...kendi ötesinde hiçbir amacı olmayan; insanlar için deneyimi paylaşmak doğal olduğu için bir araya geldiğimiz; içinde birbirimizi anladığımız, birlikte yaşamaktan sevinç duyduğumuz, doyuma ulaştığımız, kendimizi karşılıklı olarak birbirimize anlattığımız ve açtığımız bir ilişki." Dilerim Macmurray'ın bahsettiği şekilde ilişkiler yaşarız.
Hmm elbette yan masa servisimiz var, filmin müziği; 

24 Ocak 2013 Perşembe

Başlığı Sen Koy

Yazıp yazıp siliyorum. Nasıl anlatsam ya da ne anlatsam kestiremiyorum. Belki Bayan Mutsuz'dan bahsedebilirim biraz. Kendisi ile bugün tanıştık, kızı  Bayan Dikkateksikliği için gelmişti. Bayan Mutsuz oldukça güzel bir kadın, güçlü bir zırhı var; zırh diyorum zira az sonra senin de öğreneceğin gibi aslında sadece güçlüyMÜŞ gibi yapıyor. Bayan Dikkateksikliği daha önce psikiyatrik destek almış, ilaç kullanıyordu ve şikayetleri büyük ölçüde azalmış; ancak Bayan Mutsuz yine de tatmin değildi. Sürekli Bayan Dikkateksiliği ile ilgili memnuniyetsizliklerini dile getiriyordu; yer yer bu konuşmaları "Ama öyle değil..." diye bölen Bayan Dikkateksikliği'nin sesi kesiyordu. Belli ki Bayan Dikkateksikliği de annesinin eleştirilerinde abartı şeyler olduğunun farkında idi. İlk etapta Bayan Mutsuz'un obsesif bir kişiliği olduğunu ve bu yüzden Bayan Dikkateksikliği'ndeki düzelmeyi fark etmekte zorlanıyor olabileceğini düşündüm. Ama konuştukça durumun pek de düşündüğüm gibi olmadığını sezinledim. Sonra Bayan Dikkateksikliği'nden, Bayan Mutsuz'la bizi yalnız bırakmasını rica ettim. Bayan Dikkateksikliği'nin kapıyı kapatıp çıktığı anda, Bayan Mutsuz güçlülük zırhını ya da maskesini anında çıkardı ve ağlamaya başladı. Çıkıncaya kadar da hiç susmadı. Eşi, Bay Güvensiz'in kendisine ve çocuklarına yaptıklarından bahsetti; kendisini ne kadar güçsüz ve yaşamaya karşı isteksiz hissettiğini anlattı, hıçkırıklarının el verdiğince... Bay Güvensiz diyorum, zira en büyük korkusu güzel eşi Bayan Mutsuz tarafından terk edilmek; ancak bir yandan da -kendini gerçekleştiren kehanet misali- Bayan Mutsuz kendisini terk etsin diye her türlü zorluğu çıkarıyor.  Bay Güvensiz, ilk olarak Bayan Mutsuz'dan işini bırakmasını istemişti, bırakmazsa kendisinden ayrılacağını söylemişti. O zaman ilk çocukları üç yaşında imiş. Bayan Mutsuz çok sevdiği mesleğini Bay Güvensiz için bırakmış. Sonra üzerinden 10 yıldan fazla bir zaman geçmiş ve şimdilerde Bay Güvensiz her kafası attığında, Bayan Mutsuz'u çocukları ile beraber evden kovuyormuş. Bayan Mutsuz,  Bay Güvensiz'le sorun yaşamamak için evde ruh gibi yaşamaya başlamış. Bay Güvensiz istemiyor diye ailesi ve arkadaşları ile görüşmüyormuş. Mutsuzluğu ruhunun her zerresine işlemiş gibiydi, bir çıkış sadece bir kapı arıyordu. Ama labirentteki fare gibi yolunu bulamıyordu. Bay Güvensiz, Bayan Mutsuz'un elinden sadece yaşama sevincini değil, yaşama tutunma cesaretini de almış. Onu korkak ve kendisine bağımlı biri yapmıştı. Dinledim, vaktin el verdiğince öyküsünü dinledim. Peçete uzattım, güzel gözlerinden ardı sıra akan göz yaşları için... Süre dolmuştu. Tekrar buluşmak üzere randevulaştık. Bir sonraki görüşmeye Bay Güvensiz'in de gelmesini istedim. Eminim ki Bay Güvensiz'in de derininde çok büyük travmalar var. Belki Bay Güvensiz'in kişisel tarihine sondaj yaparsam, yapbozun diğer parçaları kendiliğinden yerine oturur. Boylece ailenin geriye kalan üç ferdinin de hayatına kendiliğinden bir sihirli değnek dokunmuş olur umarım... Tanrım, başkalarına yardım edebilmem için bana yardım et lütfen. Bu arada ben bu düşüncelerle randevu tarihini verip Bayan Mutsuz'u uğurlarken, kapıyı açtığı andan itibaren Bayan Mutsuz'un çok hızlı bir şekilde yeniden güçlülük zırhını giydiğini gördüm. Dış dünyadan çok korkuyor olmalı... Gülümsedim, "hoşça"kalın dedim...
Yan masa servisimiz efen'im;

23 Ocak 2013 Çarşamba

Bayan Dalgın & Bay Hokkabaz

Zor bir gündü. Omuzlarımda ağrı hissediyorum, ruhumda kasvet. Her gün tanımadığım insanların dramatik öykülerine boğulmanın yan etkisi diyelim... her neyse amacım sana dert yanmak değil sevgili karalama defterim. Amacım; biraz Bayan Dalgın'dan ve onun pek çok kadının yaşamına teğet geçen öyküsünden bahsetmek. Kendisine Bayan Dalgın diyorum, çünkü ona her bakışımda hayattan bezmiş, dalgın bir çift mavi göz görüyorum. Orta yaşlarda hoş ve zarif bir kadın; ama biyolojik yaşından biraz daha çökkün görünüyor. Belli ki hayat onu umduğundan daha fazla yormuş. Bayan Dalgın ilk olarak sekiz yaşındaki oğlu Bay Lord için geldi. Bay Lord, kafasının içinde susturamadığı sesler olduğundan yakınıyordu. Ama o seslerden tam bahsedecekken, hep aklına babası olan ve Bayan Dalgın'ın eski eşi Bay Hokkabaz geliyordu. Bay Hokkabaz'ın, Bayan Dalgın'ı defalarca kez başka kadınlarla aldattığından ve hatta kendi ifadesi ile "ayıp şeyler" yaptığından bahsediyordu. Bay Hokkabaz, yaşamını penisi üzerine kurmuştu; içine girip çıktığı beden sayısı adetince varlık alanı vardı yaşamda. Çok zavallıydı aslında ve çok zayıf. Hayatın hiçbir alanında başarılı değildi, yıllarca Bayan Dalgın'ı sömürmüştü. Bayan Dalgın, her defasında değişeceği ümidi ile göz yummuştu; pek çok hemcinsi gibi. Tabii ki Bay Hokkabaz değişmemişti, yaşamda tek gayesi vajina şeklinde bir tabuta gömülmek olan Bay Hokkabaz değişemezdi, bu doğasına aykırıydı. Bayan Dalgın, çok öfkeliydi; hayata karşı mı, Bay Hokkobaz'a mı yoksa kendisine mi bilmiyorum. Benim işim Bay Lord'laydı. Bayan Dalgın, bazen sesi titreyerek konuşuyordu, olup bitenden Bay Lord'un etkilenmesini istemediğini söylüyordu; ancak bir taraftan da güvensiz ve ürkek yaşadığı hayatta tek sırdaşı olarak Bay Lord'u seçmişti. Tüm olup biteni Bay Lord'a anlatıyordu. Bay Lord çok zeki olmasına rağmen, maruz kaldığı bu kadar yoğun kirlilikle başedemiyordu. Esasında ne Bayan Dalgın ne de Bay Hokkobaz, Bay Lord'u anlayamıyorlar ve her eylemleri ile Bay Lord'un zihninin içinde susturamadığı seslere bir yenisini ekliyorlardı.
ÂH! Doğrusu tüm bu olup bitene dışardan bir kulak olarak dinleyici olan Bayan Ruh Tamircisi, Bayan Dalgın'ın pasif-bağımlı kişiliğine de Bay Hokkobaz'ın narsist- hedonist kişiliğine de derinden küfürler savuruyordu... belki de artık dinlemek istemiyordu, dünyanın bu kadar boktan bir yer olduğunu. ...ve Bay Hokkobaz'ın genç versiyonu olan Bay Balık, sen bu hikayede yoksun; aradan parazit yapıp durma Bayan Ruh Tamircisi'nin zihnine; e tabii üzerine alınacağın şeyler varsa alın, Bayan Ruh Tamircisi mani olmasın varlığı şüpheli içgörüne. Bay Hokkobazgiller, sözüm size! Sahi kaç vajina doyurur zavallı egolarınızı, distimi hastası yaptığınız kaç kadın ve psikolojisini bozduğunuz kaç çocuk... Bu kadar çok can yaktıktan sonra gerçekten mutlu olabilir misiniz, bunu başarabilir misiniz? Yoo yo bayım, mutlu olmaya hakkınız yok. Dilerim Tanrı, yaşamda aldığınız son nefese kadar sizi mutsuz eder (Defter karalamacısı, burada virgül koyar.)
Biraz Tchoikovsky'e ne dersin  dostum...