15 Haziran 2011 Çarşamba

Ötelememek

"Cennet de cehennem de senin içinde!" der Hayyam. Bazen kasvet sarıyor ya dört bir yanı, işte o zaman cehennemin ortasında hissediyor insan kendini. En çok geceleri... Tabiat sükut edince, gün boyunca susturduğun iç alemin feryat figan bağırıyor sanki... Bilincinden uzaklaştırdığın tüm düşünceler, bilince var gücüyle hücum ediyor gibi.  Gündüzler kendinden kaçabiliyorsun; ama geceler kaçabileceğin bir yer kalmıyor. Sağır edici sessizlikle yüzleşmek zorundasın. Ötelediğin her yüzleşme kısa süreli rahatlık sağlasa da uzun vadede karabasanlarının şiddetini arttırıyor. Fiziki dünyada da bu böyle değil midir? Ötelediğimiz her iş bir çığ olur büyür... Belki de tılsımlı sözcük: "ötelememek"tir.

28 Nisan 2011 Perşembe

Esneklik İyidir

An itibari ile penceremin önündeki çam ağcının iğnelerinden süzülen yağmur damlalarını seyrederken size romantik bir yazı yazmak isterdim. Lakin serde romantizm olmadığından mevcutla idare ediniz anacım.
Şu sıralar hayatımın yoğun bir evresindeyim, birbirinden bağımsız iki-üç işi bir arada yönetmeye çalışıyorum. Tabii çoğunlukla bocalıyorum, zira "yaşam ciddiyeti" denen kavram bana extra large. Evet, yaşamın ciddi bir uğraş olduğu doğrudur. Ancak yaşamı fazla ciddiye almak sanki; bireyin yaşamında esneklikten uzak bir katılığı da beraberinde getirmektedir. Bildiğiniz gibi bazı psikopatolojilerde kişi, esneklikten uzaklaştığı, yaşamın gel-gitleri arasında kendisini rahatlatacak esnekliğe sahip olmadığı için problem yaşamaktadır.
Uzun süredir sosyal paylaşım ağlarında gözlemlediğim ve belki bazen farkında olmadan dahil olduğum bir sabit fikirlilik / zihinsel katılık söz konusu. Bu bazen yaşam içinde belli bir durumda sıkışmışlığın göstergesi. Bakış açısı esnekliğini yitirdiğinde kişi kendi koyduğu bilişsel ve davranışsal bir takım katı kuralların esiri olur.  Sonra sözü edilen bu katı kurallar kişiyi ve o kişi ile ilişkili olan diğer insanların problem yaşamasına neden olabilir. O nedenle hayat ciddi olduğu kadar bir oyun da olmalı... Sorumluluk duygumuz olduğu kadar espri anlayışımız da olmalı, velhasılı zihinsel esnekliğimiz olmalı.

23 Nisan 2011 Cumartesi

"NORM"al Muhafazakar

Efendim bildiğiniz üzere "norm" kavramı "kural" kavramından daha geniştir. Toplumda neleri yapmamız neleri yapmamamız gerektiğiniz bize buyuran kurallara "norm" denir. Normsuz toplum düşünülemez, zira  toplum varsa  orada kesinlikle norm vardır. Bu normlara uyan kişilere "normal"; uymayanlara da ekseriyetle "anormal" denir. (Hayır buradan Foucault'nun Deliliğin Tarihi kitabına atıfta bulunmayacağım, lakin senden bunu düşünmeni bekliyorum sevgili okuyucu:)) Normlar yazılı da olabilir (anayasa, yönetmelikler vb); yazılı olmayadabilir (çıplak sokağa çıkmamak gibi). Normlar zamandan zamana, kültürden kültüre,  toplumdan topluma göre değişirler (Gerçi küresel dünya düzeninde, sınırlar hazır kalkıyorken sevgili küçük dünya köyünün normları da evrensellik arzetmeye başladı, o da ayrı bir boyut.)
İnsanlar normlara uydukları için toplumun bir düzeni vardır. Yine bildiğiniz üzre normlara uyan "normal" kişilere confirmist deniyor (Çoğunluk confirmist yerine "muhafazakar" demeyi yeğliyor. Hemen "muhafazakar"dan 5 vakit namaz kılan adamı anlamayalım lütfen. Zira toplumumuzda  "kemalist" muhafazakarların sayısı da bir hayli fazladır.) Bir toplum varlığını sürdürebiliyorsa nüfusun büyük bir bölümü mevcut normlara uyduğundandır. Norrmlara uyan insanlar daima çoğunluktadır. Fakat normların hiçbir şekilde çiğnenmediği toplum hastadır. Sağlıklı toplumlarda toplumun büyük bir bölümü conformist olsa bile normları çiğneyen insanlar da vardır. Ancak toplumdaki tüm normları çiğnemeye kalktığınızda birey olarak varlığınız sona eriyor. Ya "anormal" etiketi alıp kendinizi bir akıl hastanesinde buluyorsunuz, ya varlığınıza başkaları son veriyor, ya da siz kendi varlığınızı sonlandırmayı tercih ediyorsunuz. Tabii çok brillant biriyseniz toplumun kaderini değiştirip kahraman olma olasılığını da var. Bende bir insan kendi kulvarında /alanına radikal olmalı, normları çiğnemeli.
Normlara karşı çıkmanın da bazı kuralları vardır. Bir normu terk etmek yeni bir norm koymaktır. Dolayısı ile "kural dışı" yoktur. Geleneksel insanlar geleneksel normlara, modern insanlar modern normlara göre yaşarlar. Gelenekselle modern normlar kimi noktalarda çatışır, bkz: başörtüsü. Sorun norma uymak değil, başkasına buyurmaktır. Konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadan ez cümle;
AKP, tarihsel değerleri ve inançları korumakta muhafazakardır.
CHP, mevcut sistemi korumaya çalışan bürokratik bir muhafazakardır.
Dolayısı ile "muhafazakar" kavramlarımızı bir daha gözden geçirelim derim sevgili okuyucu;)
P.s: Souad Massi'nin o güzel sesi eşliğinde etnik bir parça iyi geliyor ruhuma, belki sen de seversin.

11 Mart 2011 Cuma

Bit(e)meyen İşler Yüzünden

Çok uzun zamandır elimde olan, bitmesi gereken, fikri ile zihnimi ziyadesi ile meşgul eden ama garip bir şekilde eyleme geçip bitiremediğim bir iş var. Aslında işin büyük bir bölümünü bitirdim sadece son şeklini verip teslim etmem gerekiyor. Son şeklini verip teslim etme azmi ve gayretini gösteremediğim bir iş yüzünden çok uzun zamandır yapmak istediğim şeyleri yapmadığımı gitmek istediğim yerlere gitmediğimi fark ettim. Hep aynı bahaneyi öne sürüyorum;"Şu iş bitsin de giderim!". Ama yok bu iş bitmiyor çünkü bitmesi için çabam yok. Hayatımın ortasına düşen bir kabus gibi. Şimdi söyle bana Sevgili Dikizleme Günlüğü bu durum zihnimin bana bir oyunu olabilir mi? Bilinç dışında bir şeyler üst bilince seslenmeye çalışıyor olabilir mi? Belki de son 3 yıldır kendimi dinlediğim huzurlu ve uzun bir tatil yapmamamın neticesidir. "Question everything!":S Cevap her ne olursa olsun uzun soluklu bir kısır döngünün içerisinde debelenmek gerçekten hiç eğlenceli değil, mesele bu döngüyü kırabilmekte ama şuan için bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum.

Dear stress and anxiety,
May I kindly request both of you to leave me alone for a few hours so that I might have something that I haven't had for a while...Its called rest ...
Kind regards, sleep deprived nury

7 Mart 2011 Pazartesi

Kitlede, bilim adamı ile ahmak, ahmağın düzeyinde eşitlenir.

Sevgili Dikizleme Günlüğü,

Genelde dünya gündemi özelde ise ülke gündemi zor bir süreçten geçiyor şu günlerde... Taraflara ayrılmış bir
 vaziyette kendi tuttuğumuz görüşü aşk ve şevkle destekliyor geri kalan herşeye kulaklarımızı tıkıyoruz. Aslında bire bir tanısan hepimiz iyi insanlarız ama ne oluyor da sanal ortamda bir canavara dönüşüyoruz sorusuna cevap ararken literatürü biraz taradım ve eski ders notlarımı karıştırdım, karşıma "kitle psikolojisi" kavramı çıktı. Şöyle ki;

Kitle psikolojisi tek insanı, bir kabilenin, bir ulusun, bir kastın, bir sınıfın, bir kurumun üyesi ya da belli bir zamanda bir araya gelip belli bir amaç için kitlesel örgütlenmeye gitmiş bir insan yığınının bir parçası gibi ele alır.
Kitleyi yaratan bireyler, ne türden olursa olsun, yaşayışları, işleri güçleri, karakterleri, zekaları birbirine nedenli benzerse benzesin ya da birbirinden nedenli ayrılırsa ayrılsın kitleleşme sonucu yalnız ve yalnız bu nedenden ötürü ortak bir ruh kazanır. Dolayısıyla, her biri tek başınayken hissedeceği, düşüneceği ve davranacağından bir başka türlü hisseder, düşünür, davranır. Tek kişinin bireysel yoldan edindiği özellikler kitle içinde silinip gider, bireyin kendine özgü karakteri kaybolur.

Kitlede, bilim adamı ile ahmak, ahmağın düzeyinde eşitlenir. (Nuri Bilgin)

Le Bon, kalabalığın ortaya çıkan yeni özelliklerini üç mekanizma aracılığı ile açıklamaktadır: anonimlik, bulaşma ve telkine yatkınlık.
Anonimlik: … kitle içinde bulunan birey, sadece çokluğun, sayı fazlalığının verdiği bir duygu ile tek başına olduğu vakit frenleyebileceği içgüdülerine, kendisini terk etmek suretiyle yenilmez bir güç kazanır. Kitleler isimsiz (anonim) ve dolayısıyla sorumsuz oldukları için, bireyleri daima, her yerde kontrol edici rol oynayan sorumluluk duygularından tamamen uzaklaştırır ve onları içgüdülerine daha kolay teslim eder.
Bulaşma: Bir toplulukta her duygu, her davranış, yayılmacı özelliğe sahiptir. Hem o derece yayılmacıdır ki, birey, kişisel çıkarını topluluğun çıkarına kolayca feda eder. Bu fedakarlık hali aslında insanın doğasına ters olmakla beraber ancak bir kitleye dahil bulundukça meydana gelen bir fenomendir.
Telkine Yatkınlık: Kitle içindeki bireylerde, yalnız haldeki bireylerin karakterlerine nispetle pek zıt karakterler ortaya çıkarır. Kitle içindeki birey, bilincini yitirdiğinden, hipnozdakine benzer durumda herhangi bir telkine açık hale gelmiştir. O anda yapılacak bir telkinin etkisiyle, birey büyük bir coşkunlukla bazı eylemlere yönelebilir. Bulaşma olgusu da bireylerin telkine hazır oluşluluğunun çok doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Freud’a göre, kitlenin özgün doğasının altında yatan neden, kitlenin bütün üyelerinin, lideri kendi ben ideali yerine koymasıdır. Kitlenin üyeleri sadece lidere libidinal bir bağla bağlanmakla kalmaz, aynı zamanda, bütün (kitle) üyelerinin aynı ben idealini paylaşmalarından dolayı birbirlerine de bağlanırlar. Birincil kitle, tek ve aynı objeyi ben idealinin yerine geçiren, dolayısıyla kendi ben’lerinde birbirleriyle özdeşleşen bir birey topluluğudur. Freud “… yani bireylerde bilinçli kişiliğin yitimi, duygu ve düşüncelerin aynı yöne yönelişi, duygusallığın ve bilinçsiz ruhsallığın ön plana çıkışı, istek ve niyetleri geciktirmeksizin yerine getirme eğilimi; bütün bunlar, özellikle ilk insan topluluğuna mal edilmek istenen ilkel ruh yaşamına dönüşü yansıtır durumlardır” sözleriyle, kitleyi, ilk insan topluluğunun yeniden dirilişi olarak görmektedir. Bu diriliş kitlenin lideri için de geçerlidir.

Birey, kitlede bireysel kimliğini kaybeder, erir, buharlaşır; bunun sonucu da kitlelerde görmeye “alışık” olduğumuz “aşırı” davranışları gösterir.

Gerçek yaşamda kitle olaylarına tanık olan naif gözlemciler bile, kitlenin kendiliğinden aynı tarzda davrandığını, hissettiğini ve sanki kitle eyleminin tek bir merkezden yönetiliyormuşçasına uyumlu olduğunu dile getirmektedirler. Kitlenin bu yüksek düzeydeki uyumu, düşünülen bir şey olmamasına rağmen direkt olarak görülen ve algılara kaydedilen bir şeydir.

Kitle Psikolojisinin Özellikleri
1.    Bireysel bilinç ve kişilik kaybolmuş, yepyeni bir varlık doğmuştur.
2.    Zihinsel bir birlik vardır. Coşkular, inançlar, yorumlar, istekler vs. ortaktır.
3.    Mantıksal değerlendirmeler ve muhakeme yoktur; bunun yerine basit, ilkel ve abartılı duygular ön plandadır.
Bu nedenle; kitleler,
§      Telkine yatkındır
§      Kolay ikna edilebilir
§      Duyguları abartılmış ve basittir
§      Hoşgörüsüz ve statükocudurlar (değişimi sevmez, var olanı korumak ister)
§      Yerine göre hem çok ahlâklı hem de çok ahlâksız olabilirler
§      Hiçbir şey önceden düşünülmez, engel tanınmaz
§      Rasyonel düşünce(mantıklı düşünme) ve doğru yargı gücü kaybolur.
§      Kitle içinde fertler iradeleriyle hareket etmezler. Şuur dışı davranırlar. Kitle, ferdin muhakeme ve bilgi gücünden yoksundur.
§      Gerçeklere göre değil, imajlara ve illüzyonlara göre düşünülür. Bunu istismar eden sözde kitle önderleri, her türlü temelden yoksun iddialarla, tekrar edilen sözlerle ve zihnî buluşma mekanizmasının işlemesiyle kitleye hükmederler. Sözde liderler belirli sloganları tekrar ederek iddialarını, zihinlere yerleştirir. Kitlede bir düşünce geçişi başlar ve hipnoza benzer bir durum meydana gelir.
§      Tahriklere açıktır. Kitle içerisinde bulunan insanların çok kolay hırçınlaştıkları ve tahripkâr olabildikleri görülür. Etkilendikleri fikre göre, kitle içinde yer alan insanların şiddet, vahşet gibi tahripkâr olaylar çıkarma merak ve arzusu, kitlenin her an şiddete yönelik bir tehdit oluşturma ihtimalini ortaya çıkarır.
§      Taklitçidir. Herhangi bir kitlede görülen bir durum veya eylem bulaşıcı bir hastalık gibi çabuk ve etkin yayılır ve orada sergilenen fiiller sadece orada kalır. O çirkin fiiller sadece o kitlesel psikoloji içinde meydana gelir ve hatta yalnız kaldığında birey yaptığını korku ve suçluluk duygusu yüzünden inkâr bile edebilir.
§       Sorumluluk duyguları silinmiştir. Kitlesel bir yapı daha anonim ve o yüzden yaptıklarının sorumluluğu bireylere değil de bütüne mal edildiği için birey kendisini muazzam güçlü ve cesur hissedip normalde sorumluluğundan korkarak baskı altında tutacağı arzu ve hayallere kendini kaptırabilir.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Zihnimi kim kelepçeledi?

Bir önceki geceden kalma uykusuzluktan olsa gerek harfleri çift görmeye başladığım şu saatte (00:41) uyumuş olmam gerekiyordu. Ama gün boyunca aşırı doz siyaset aldım ve sanırım zehirlendim zihin bulanıklığından uyuyamıyorum. İdrakim felce uğramış gibi...Hep diyorum; düşünmek, yorucu bir eylem insanı uykusuz bırakıyor.
Gerçi sıradan bir gece değil bu gece, hayatımın yirmi dördüncü post-modern darbenin on dördüncü 28Şubat'ı geride kaldı. Cunta, juristokrasi, medya ve akademinin kol kola verip bilinçaltımıza yerleşen korku tohumlarını ektikleri tarihten itibaren 14 yıl geçti. Geçen yıllarda mağduriyeti o kadar derinden hissettik ki, öğrenilmiş çaresizlikler yaşadık. Bizimle alakası olmayan simalar aynadaki akislerimiz diye sunuldu, teknolojik aletlerin sanal ekranlarında sesimizi çıkarmadık. Hayallerimizden ya da değerlerimizden vazgeçmemiz istendi. İnandığımız değerlerle hayalini kurduğumuz yerlere gelemeyeceğimizi kanıksadık.  Kimimiz hayallerini kimimiz ideallerini bıraktı derin devlete/resmi ideolojiye... Sustuk, sustuk, sustuk. Ta ki 3 Kasım 2002'ye kadar,  sonra 22 Temmuz 2007 ve tabi ki 12 Eylül 2010. Farkettim ki sessiz çoğunluklardık, sesli azınlıklara mahkum olmuştuk.
Sesimizi daha doğrusu varlığımızı darbelerle bölünen demokraside hissedebiliyorduk. Belki de  o yüzden oy kullanmak bizler için sadece oy kullanmak demek değil, beş yıl boyunca oyunun arkasında durmak, hatası ile sevabıyla oy verdiğin partiyi bir taraftar edasıyla desteklemek demek. Geçenlerde okuduğum bir anektodda; Amerika'daki seçimler sonrası Türkiye'ye gelen bir Amerikalı'dan bahsediliyordu. Türkiye'den birisi ona "Siz hangi partiyi tutuyorsunuz? Cumhuriyetçileri mi yoksa Demokratları mı?" diye bir soru sorar. Adam, "Ben hiçbirini tutmam!" diye cevap verir. "Oyumu Kenedy'e verdim. Ancak ben daha sonrasını düşünmem. Çünkü benim seçimle alakam bu kadardır." diye ekler. Umarım bir gün bizler de, "Ben hiçbirini tutmam!" cevabını veririz. O vakte kadar ne yazık ki tirübünlerden siyaset izlemeye devam...
Daha önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim, toplum yapısı gereği "hem ... hem" dir; "ya... ya" değildir. Ama biz kendimizi /derdimizi sözel olarak ifade etme hakkında mahrum bırakılalı ilkel savunma mekanizmamız olan "bölme" ye başvuruyoruz. Ya göklere çıkarıyoruz, ya yerin dibine sokuyoruz. Ya o'yuz ya bu'yuz. Hem o hem de bu olabileceğimizi idrak edemiyoruz.
Söyleycek çok şeyim var ama yazının başında da belirttiğim gibi 'zihnim bulandı' toparlayamıyorum. Ruh halime en iyi giden şarkı bu olsa gerek, bilge bir gülümsemeyle;
Father
It's not time to make a change,
Just relax, take it easy.
You're still young, that's your fault,
There's so much you have to know.
Find a girl, settle down,
If you want you can marry.
Look at me, I am old, but I'm happy.

I was once like you are now, and I know that it's not easy,
To be calm when you've found something going on.
But take your time, think a lot,
Why, think of everything you've got.
For you will still be here tomorrow, but your dreams may not.

Son
How can I try to explain, when I do he turns away again.
It's always been the same, same old story.
From the moment I could talk I was ordered to listen.
Now there's a way and I know that I have to go away.
I know I have to go.

Father
It's not time to make a change,
Just sit down, take it slowly.
You're still young, that's your fault,
There's so much you have to go through.
Find a girl, settle down,
If you want you can marry.
Look at me, I am old, but I'm happy.
(son-- away away away, I know I have to
Make this decision alone - no)
Son
All the times that I cried, keeping all the things I knew inside,
It's hard, but it's harder to ignore it.
If they were right, I'd agree, but it's them you know not me.
Now there's a way and I know that I have to go away.
I know I have to go.
(father-- stay stay stay, why must you go and
Make this decision alone? )

21 Şubat 2011 Pazartesi

140 Karakterle Kaç Kategorizasyon Yapılır?

Merhaba Sevgili Günlük,
Endişelenme  bu ergen kız günlüğü değil, Hal Niedzviecki' nin ünlü kitabından ismini alan 'Dikizleme' günlüğü:) Niedzviecki 'modern insan'ın ruhunu o kadar sade ve anlaşılır bir dille anlatıyor ki  mutlaka okunması gereken kitaplardan biri... Aslında buraya Niedzviecki'yi ya da kitabını anlatmak için uğramadım, iş yerinde tadilat var ve matkap sesleri beynime işlerken kulaklığımı takıp klasik müzik eşliğinde çayımı yudumlayıp günlük 'yazma ihtiyacı'mı karşılayayım dedim (böyle de yazınca fildişi kulemden sesleniyormuş gibi hissettim, birazdan 'beni siz var ettiniz canlarım benim' diyebilirim bence erkenden savulun:P)
Bugün 'iletişim' konusuna göz gezdirirken özelde twitterda ve genelde sosyal paylaşım ağlarında metin bazlı iletişime dayalı olan diyaloglarda yaşanan yanlış anlaşılmalar zihnimden geçti. Twitterda bizler birbirimizi sadece nicklerimiz, avatarlarımız ve 140 karakterlik vuruşlarımızla biliyoruz. Dolayısı ile bizler için iletişim biraz daha "algı" düzeyinde ve iletişimde algının rolüne baktığımda kategorizasyonların etkili olduğunu gördüm. Şöyle ki; diğer insanları algıladığımız çeşitli özelliklerine (yaş, cinsiyet, ideoloji, bio, sexsi avatar:P) bağı olarak belli sınıflara sokarız. Bu sınıflamalar timeline'ımızı dolduran bilgi (tweet) ve uyaran bombardımanını daha basite indirgemeye ve onlarla daha kolay baş etmeye yardımcı olur. Ancak bunlar kimi zaman olaylara objektif bir araştırıcı gözüyle bakmak yerine, önceden edinilmiş bilgilerden hareketle gerçeği çarpıtmamıza neden olabilir. İletişim kurarken sahip olunan bu ön yargılar iletişime yön verir.Bu yüzden olsa gerek twitterda insanlar ne yazarlarsa yazsınlar ya da hangi duygularla yazarlarsa yazsınlar ait görüldükleri şablonların dışında değerlendirilemiyorlar. "x kişisi ulusalcı, y kişisi yandaş, v mi o türbanlı yahu, ha z mi valla pek anlamadım sanırım yavşak bla bla..." 
Bu karalamayı  okuma sabrını gösterdiğine göre güzel bir şarkıyı hak ettin, teşekkür ederim:) Seni Lhasa De Sela'nın o büyülü sesi ile başbaşa bırakıyorum.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Cehennem Başkalarıdır!

Hepimiz biliriz ki; toplum bireylerin matematiksel toplamından daima daha fazladır. Çünkü, toplum başkadır, birey başkadır yani 'bütün' parçalarının toplamından daha büyük birşeydir. Toplum bireyi yaratır ve bireyden önce vardır. Toplum soyuttur, çünkü toplum bir ilişkiler şebekesidir. Topluma dokunamazsınız; ama yine de toplumun olduğunu bilirsiniz. Toplum hem çatışmayı hem de dengeyi içerir. Toplum hem savaştır hem de barıştır. Toplum savaştır, çünkü insanlar yaşamak için mücadele etmek zorundadırlar. Toplum aynı zamanda barıştır, çünkü toplum dayanışma içerisindedir. Bu dayanışma insanların birbirleri ile uzlaşmasını gerekli kılar. dolayısı ile toplum barıştır. Mücadele ve dayanışma toplumun iki boyutu olduğuna göre; biz toplumu düşünürken  "ya- ya da" ile düşünemeyiz "hem- hem de" ile düşünebiliriz.

Toplum aynı zamanda hem cehennemimiz hem de cennetimizdir. Sartre'ın "Çıkış Yok" piyesinde penceresiz bir mekanda kalan iki kişiden biri "CEHENNEM BAŞKALARIDIR!" der. Çünkü iki kişi birbirlerini kontrol ettiklerinden özgürlük yoktur. Toplum bir savaş arenası olması ve özgürlüğümüzü kısıtlaması ile cehennemimizdir. Aynı şekilde dayanışma söz konusu olduğunda da cennetimizdir.

Toplum aynı anda hem çatışmayı hem de düzeni içerir. Bu toplum olmanın gereğidir. Çoğunlukla gündemdeki gelişmeleri -kilişe tabiri ile- futbol maçı izleyen iki taraf edası ile yorumlarken bu gerçekleri yani toplumun doğal yapısını göz ardı ediyoruz. Oysa özetle;

  • Toplum hem cennetimiz hem cehennemimizdir.
  • Toplum hem barış hem savaştır.
  • Toplum hem çatışma hem düzendir.
Fazla sıkmadan burada bırakayım. Nev sever misiniz? Cevabınız evetse buyrun:)

17 Şubat 2011 Perşembe

Biz'sizliğimde öteki'sizliğim olur musun?

Bugün uzun  süre 'öteki'lik üzerine düşündüm. 'Biz' pek de umrumda değil, zira ait olmayı sevmeyen ben sadece toplumun dayatması ile tercih ettiklerimi 'aidiyetler'im olarak kabul etmek zorunda kalıyorum. Yoksa bana kalsa 'aidiyet' kavramını  ateşe verme niyetindeyim. Neyse 'öteki'liğe gelelim. 16 yaşımda tanıştım bu kavramla ve tanıştığım günden beri korkunç bir gölge  gibi... Başımı çevirdiğim her yerde ekşimiş suratı ile varlığını hissettiriyor. Çoğu zaman (hatta her zaman) 'öteki'liğimden kaçmak isterim ama Mars'ta hayat bulunmadıkça bunun na-mümkün olduğunu biliyorum. 'Biz ve öteki' birleşip hayatımın ve varlık gayemin içine ederken kulağıma şunları fısıldıyorlar:
'BİZ'ler kesinlikle  ve zorunlu olarak masum kurbanlarız. 'ÖTEKİ'ler ise kesinlikle ve zorunlu olarak suçludurlar. Şimdi ne çekerlerse çeksinler eskiden beri hep onların suçudur.

Akşam akşam ne sıkıcıyım değil mi? Tamam tamam fazla uzatmayacağım videodaki şarkıyı umarım seversiniz:)

14 Şubat 2011 Pazartesi

Sizi bir yerden SANALsıyorum bayım.

Sanal dünyada ya da diğer ifadesi ile siber uzayda sürekli yeni şeyler keşfediyorsunuz ve ilginç bir şekilde keşfettiğiniz şeylere karşı bağımlılık geliştiriyorsunuz. Dokunamadığınız, koklayamadığınız ve tadamadığınız bir dünyada doyuma ulaşmayı deniyorsunuz. Kimi zaman internet başında geçen saatleriniz çocukluğunuzdan beri hayalini kurduğunuz planlarınızı sizden uzaklaştırırken, kimi zaman da hayalini bile kuramadığınız geniş bir network sunuyor.
 İnternet hayatınıza girmeden önce sadece TV'de izlediğiniz, gazete ya da dergilerde okuduğunuz tüm "ulaşılmaz"ları bir tık ötede yapıyor. Bir konu hakkında istediğinizden çok daha fazla dokümana ulaşabiliyorsunuz.  Gitmediğiniz ve belki gitme ihtimaliniz olmayan ülkelere dair, şehirlere dair ve o şehirlerin insanlarına dair her şeyi öğrenebiliyorsunuz. Sonra reel dünyanızdan olan ama aranıza mesafeler ve zaman giren eski arkadaşlarınızın an be an ne yaptıklarından haberdar olabiliyorsunuz.  Gündemdeki her gelişmeyi  anından takip edebiliyorsunuz. Kızgınlıklarınızı, sevinçlerinizi, endişelerinizi ve hatta küfürlerinizi istediğiniz an yüzlerce insanla paylaşabiliyorsunuz. Adeta klavyenizle dünyayı yönetiyor gibisiniz. Ama tüm bunlar içerisinde eksik olan bir şeyler var hani içinize sinmeyen;
1) Çoğu zaman ulaştığınız bilgi ulaşmak istediğiniz bilgi değil size 'sunulan' bilgi oluyor.
2) Detaylar arasında boğulmaktan asıl odaklanılması gereken konuyu kaçırıyorsunuz.
3) En sansasyonel haber gündem olarak seçiliyor ve siz ilginç bir şekilde -hiç ilginizi çekmese bile- o haberi tartışmak zorunda hissediyorsunuz kendiniz.
4) Güney Yarım Küre'deki Puerto Argentino adasından haberdar olabiliyorsunuz ya da ne bileyim Justin Bieber'in 17. yaş kutlamasında neler yapılacağından ama  aynı zamanda evinize en yakın marketin ismini bile bilmiyor olabiliyorsunuz.
5) Siber uzayda popüler olan her şeye vakıf olmak zorunda hissediyorsunuz. Popülere ne kadar vakıfsanız o kadar popülersiniz.
vs. vs...

PS: Bu liste uzar gider... Bir de bu listenin sosyal paylaşım ağları ile ilgili özel bir bölümü var ki bir bloga yazısı keser mi bilmiyorum;)