25 Aralık 2012 Salı

Döpiyesli Hatun

Hmm önce biraz müzik,  sonra "Döpiyesli Hatun"un hikayesi;) Ne dinlesek ... belki biraz Sia, breathe me desin. Yoo daha farklı birşeyler istedi ruhum. Belki Nouvelle Vague, in a manner of speaking desin.

Şimdi hikayeye geçebiliriz. Bir varmış bir yokmuş, herhangi bir anne babanın herhangi bir kızı olarak dünyaya gelmiş Döpiyesli Hatun, sanırım yaklaşık 50 yıl önce. Döpiyesli Hatun diyorum, çünkü onu tanımadan önce, döpiyesine uygun taktığı toplumsal maskelerindeki gücü ve narsisizmi tanıdım. Rahatsız edici ölçüde uzak ve soğuktu. Çocuğu için gelmişti; ama sorunun bir türlü adını koyamıyordu. Konuşmaya başlayınca çağrışımları alıp götürüyordu. Sabırla dinledim, gerçekten ne için geldiğini anlamak için sabırla dinledim. Önce soğuk ve resmi duruşuyla uyuşmayan göz altı torbaları dikkatimi çekti, sonra öyküsündeki kırılganlığı fark ettim. Sahte kendiliğinden gerçekliğine ulaşmayı istedim, bazen yaptığım hamlelerde püskürtüldüm. Kaygı duydum 1-2 görüşme öncesi, sanki ne yapsam personalarından özüne ulaşamayacakmış gibi hissettim. Bir gün "artık bu son görüşme olacak" diye karar aldım; ki tam o kararı aldıktan sonra yaptığım görüşmede beklemediğim ölçüde hızlı bir kırılma gerçekleşti. Döpiyesinin, makyajının, soğuk bakışlarının ve  orta yaş görünümünün arkasında gizlediği dört yaşında kırgın / üzgün / incitilmiş kız çocuğu bir anda ortaya çıktı. Annesi onu teyzesine bırakıp gitmişti, teyzesi onu hep hor görmüştü; köylü diye, pis kokuyor diye... Çoğu zaman kendisini dış kapının eşiğinden bile içeri almayan teyzesine emanet etmişti annesi onu, eline 3-5 bozukluk ve kokulu bir sabun tutuşturarak. Direnmişti, aglamıştı dakikalarca gitmemek için; ama işe yaramamıştı. Anlaşılamamıştı, yetişkinler onu anlayamamıştı. Hayatta çok şey yaşamıştı, her yaşadığı olay çok eskiden içine konan değersizlik butonuna basmıştı; "Ben önemsenmeyen biriyim" diye bangır bangır bağırıyordu. Belki de bu yüzden "önemsenme" zırhlarını giymişti üstüne, tepeden bakan ifadesi ile saklamayı ummuştu içindeki kırılgan tarafı... Ağladı, anlattı, çok ağladı, çok anlattı... Bir yerde durdu; "Nasıl oluyor da hayatımı tanımadığım bir kızın kollarına bırakıyorum." dedi; gözlerine baktım "Siz iyi olmak istiyorsunuz ve ben bu isteğinizi gerçekleştirmek için harcadığınız çabada size eşlik ediyorum, bu kadar" dedim. Gülümsedi. Sarılmak istedi. Sarıldı ve gitti. Giderken maskelerini odamda bıraktı, o artık "önemsenmeyen biri" değildi.

22 Aralık 2012 Cumartesi

Bir Film, Bir Kitap, Bir Şarkı



   Bügün 22 Aralık 2012 cumartesi. Mayaların kopmasını bekledikleri kıyametten bir gün, hayata 'merhaba' dediğim zamandan 26 yıl 4 gün sonrası. Mayaları, hayatı ve kendimi sorgulamak için müsait bir girilik var havada. Tıpkı Theo Angelopoulos'ın ölümcül bir hastalığı olduğunu bilen bir yazarın hastaneye yatmadan önceki son gününü anlattığı Eternity And A Day / Sonsuzluk ve Birgün filmindeki gibi. Filmi izlerken çok sıkılmıştım, sahneler çok griydi, sanki pusuda bekleyen ölümün silueti gökyüzüne yansımıştı. Yazarın tüm ömrünü kareler halinde bir güne sığdırma azmi beni sarmıştı. Yaşlı bir adam ve küçük bir çocuk; geride kalan geçmiş ve yaşanmamış gelecek... Ölümün soğukluğuna giderken geçmişin sıcaklığına sığınan bir adam falan... Etkileyiciydi.
Cengiz Aytmatov'un Gün Olur Asra Bedel kitabını okurken de benzer duyguları yaşamıştım. Satırların arasında bogulduğum kasvette; zamanı, hayatı, yapıp ettiklerimi ve yapmak istediklerimi sorgulamıştım. Tüm günlük koşturmaca çok anlamsız gelmişti. Sadece "an"da, "şimdi ve burada" olmayı arzulamıştım. Ne dokunamadığım geçmiş, ne bihaber olduğum gelecek ... sadece an içinde olmak; geçmişin yükü ve geleceğin kaygısı olmadan. Belki mantığımı realistlere hediye edip, duygularımı azığım yaparak ;) Biliyorum bunlar rasyonalist dünyanın kendince "gerçek" dediği zırvalıklarla uyuşmuyor; ama bir gün bitecek hayatta "gerçek" olan ne sahi?: Sonlu zamanı sonsuzluk yanılsaması ile yaşamak mı, yoksa sonsuzun farkında olup sonlu kaygılardan uzaklaşmak mı? Sen düşün, ben de düşüneceğim.
 Björk söylesin, New World desin.

16 Aralık 2012 Pazar

Aldatan Adamlar Üzerine

Aldatan adamlar üzerine bir şeyler karalamak istiyorum bugün... Sevdikleri kadını "elde ettikten" sonra diğer kadınlara yönelen adamlar; aynı anda iki kadını aldatan adamlar ve onların suçluluk duygularından kurtulma yollarına değinme arzum var. Bu adamlar gözlemlediğim kadar ile her aldatma deneyiminden sonra yoğun suçluluk hissediyorlar ve bu  duygunun baskısından kurtulmak için ya birinci kadına daha sıkı sarılıyorlar ya da kendisini "baştan çıkardığı" gerekçesi ile ikinci kadını suçluyorlar. Tam bu noktada Kernberg'in değindiği "azizeler ve orospular" ayrımına geliyoruz. Birinci kadın azize oluyor, ikinci kadın orospu. Erkeğin idealize ettiği kadın ise "azize orospu". Yani gerçek olmayan bir kadın... Bu tip adamlar üzerine bir yıgın süslü püslü cümle yazılabilir, güzel de olur. Lakin sanırım üşeniyorum. Ez cümle bu herifler çok yorucu olurlar, mutsuzluğa  ve mutsuz etmeye mahkumlar. Uzak durmakta fayda var. 

2 Aralık 2012 Pazar

Bir Aralık...

Hayatımın yirmi altıncı aralığı...  Bir aralık bulup nefes almaya çalıştığım, uzun süredir yanlış zarlara oynadığım yirmi altıncı aralık. Bugün babamla rutin acil ziyaretimizi yaptık.  Müşahede odasında belki birazdan ölecek amcanın gözyaşlarını dinledim. Babamın yüzündeki kırışları inceledim, estetik kaygıdan uzak, yılların çentikleri gibi baktım onlara. Elimi alnına koydum, çocukluğumun sarsılmaz aslan kralı, artık çok narin ve kırılgan. Sanki o benim çocuğum. Düşündüm... Üzüldüm... Düşündüm... Üzüldüm... Düş...
Yıllar çok hızlı geçiyor. Sadece biraz huzurdu sanki tüm isteğim. Her geçen yıl huzur ile aramdaki mesafe biraz daha açılıyormuş gibi hissediyorum. Çok anlamsız her şey. Sigara dumanından halkalar yapan adamın yalan söylerken takındığı ciddiyeti, ben hayatı yaşarken hissetmiyorum. Kaygı ...hmm evet kaygı, bir süredir tüm renklere hakim. İçinde ciddiyet olmayan bir kaygı, belki güvensizlik. Bilmiyorum. Sadece sıkıldım, dünyanın tüm adamlarından ve kadınlarından...

11 Kasım 2012 Pazar

Depresif-mazoşist Kadının İmkansız Aşkı

Hepimizin çevresinde,  toplumsal normlar açısından birlikte olmanın "imkansız" olduğu adamlara aşık olan, kalbi kırık en az bir kadın tanıdığı/ arkadaşı vs vardır. Genelde onları yanlış aşk secimlerinin kurbanları olarak görürüz, onlar ise kendilerini sevdikleri adam tarafından değersizleştirilen - yeterli/gerekli değerin verilmediği "masum kurban"lar olarak görürler. Aslında imkansız olsun diye sevmezler, sevdiklerini hep imkansizdan seçerler. Belki de bu yönüyle gerçekte "masum kurban"lar; ama tek farkla sevdikleri adamın nam-ı diğer imkansiz aşklarının masum kurbanı değil; çok erken dönemde oluşan ve farkında bile olmadıkları "depresif-mazoşist kişilik"lerinin kurbanılar...
Depresif-mazoşist kişiliğin karakter özelliklerine hem kadınlarda hem de erkeklerde rastlanır. Ancak pek çok analistin gözlemi, kadınlarda mazoşis aşk ilişkilerinin erkeklere nazaran daha fazla görüldüğü yönündedir. Mazoşizm, hem normal hem de patolojik olarak güdülenmiş, kendini tahrip edicilik ve acı çekmekten bilinçli ya da bilinçdışı haz almaktır. Ki benim burada üzerinde duracağım bilinçdışı haz; kişinin üst bilinçte farkında olmadığı ama bir şekilde yaşamındaki seçimlerinde ve ilişkilerinde etkili olan haz, mazoşistik haz... Bilinçdışındaki temel fantezi şudur; "Verdiğin her türlü cezaya razıyım, seni sevmekle bunu hak ettim. Seni ve aşkımı acı çekerek koruyorum." Aslında bu fanteziye hiç de yabancı değiliz, bu tarz cümlelere daha doğrusu tutumlara Yeşilçam filmlerinden aşina bir milletiz. Filmin ismini hatırlamıyorum ama sahneyi bilirsiniz; Kadir İnanır'ın defalarca kez tokatladığı kadın, hiç düşünmeden yeniden kendisini Kadir İnanır'ın yani filmde sevdiği adamın kollarına bırakır. İzleyici ise ekseriyetle bu sahneyi "romantik" bulur. Gerçi Yeşilçam'a ve Türk patolojisine girersek bu yazı bitmez, fazla dallandırıp budaklandırmadan saadete geleyim efen'im:
Depresif-mazoşist kişilik gösteren kadınlarda mazoşistik aşk ilişkilerinin genelde başat bir psikopatoloji olduğunu söyler Otto Kernberg, ki benim de çeyrek asırlık ömrümde gözlemlerim bu yönde. Daha çok ergenlik dönemi başlarında ve sonlarında idealleştirilen, elde edilemez (ekseriyetle evli ya da yaşça çok büyük), ketleyen ya da tamamı ile hayal kırıklığına uğratan bir erkeğe aşık olmak, kadının tüm aşk hayatını etkileyen bir deneyim haline gelir. Elde edilemez adamlara aşık olmak, ergenlik döneminde ödipal çatışmaların yeniden tezahürü anlamına da gelebilir. Anne ile rekabetinde babayı elde edemeyen/ reddedilen ya da pasif konumda kalan  kız çocuğu, yetişkin kadın yaşamında da yine kendisini reddeden ya da hayal kırıklığına uğratan erkekleri secer. Aşkın karşılıksız ya da "imkansız" olduğu belli olduktan sonra yaşanan aşkın ısrarla sürmesi ve özellikle şiddetlenmesi bu tür ilişkilerin özelliğidir. Karşılıksız aşk, kadınlarda da erkeklerde de, aşkı azaltmak yerine güçlendirir. İmkansız insanlara aşık olmak, idealleştirilmiş /kusursuzlaştırılmış bir partnere aşırı bağlanmak demek, maalesef ki, daha doyurucu ilişkiler kurma ihtimalini elinin tersi ile itmek demek.  Bu kadınlar ekseriyetle, elde edilemeyen erkekleri idealleştirmekten vazgeçip, daha gerçekçi seçimlere dayanan ilişkiler kuramaz. Bu travmada saplanıp kalmak onları aynı deneyimi mütemadiyen tekrarlamaya sürükler. Bu da beraberinde yaşam boyu mutsuz ve sağlıksız ilişkileri getirir. Bu tarvmanın farkında olmak, saplantının en azından tahrip edici etkilerinden kişiyi kurtarabilir diye ümit ediyorum.Bu yazıyı yazarken, depresif-mazoşist tarafının karanlığında acı çeken kadınların birine bile farkındalık kazandırabilirsem kârımdır diye düşündüm. Zira Jung çok sevdiğim bir sözünde der ki; "Biliçaltınızdakiler bilincinize çıkmadıkça, kaderiniz olarak karşınıza çıkar." Bilinçaltınıza kısa süreli de olsa fener tutmak istedim. Umarım anlaşılır olmuştur. Tabii bir de yan masa servisimiz var, sevdiğim bir siber şahsiyetin çok sevdiği bir ve onun da vesilesi ile benim de sevdiğim bir şarkı:

27 Ekim 2012 Cumartesi

Erkekler ve Kadınlar Üzerine Kısa Bir Ödipal Güzelleme, Kadınlara İthafen:)


Kadınların toplumsal, kültürel ve mesleki gelişimleri ve başarıları, duygularını açıklıkla ifade etme ve yaşama cesaretleri; erkeklerin kadınlar karşısında  ödipal güvensizlik duymasına sebebiyet verebiliyor, ödipal oluşumun evrensel doğası ilişkinin çeşitli aşamalarında ödipal çatışmalarından yeniden ortaya çıkmasına neden olur. Bazen içinde bulunduğumuz psiko-sosyal koşullar ödipal çatışmaları tetiklerken bazen de çiftleri ödipal çatışmanın nevrotik yapısından korur.  Birinci durumda, yani psiko-sosyal koşulların ödipal çatışmaları ortaya çıkardığı durumlarda erkekler bu bilinçdışı çatışmadan kurtulmak için çeşitli savunma mekanizmaları geliştirebiliyorlar. Biz kadınlar çoğu zaman bu durumu algılayamayıp, yaşadığımız ayrılıkları hep kendimize yoruyoruz. Oysa işin aslı çok daha başka olabiliyor. Erkek yaşadığı ödipal güvensizlik duygusundan kaynaklı olarak genelde kendisine eşit olmayan, kendisinden aşağıda kadınlar tercih edebiliyor evlilik ilişkisinde...Mutsuz ama sessiz ve gürültüsüz evlilikler... "ideal".
Rohmer'in aşk ve evlilik üzerine yaptığı My Night at Maude's filiminde; geleneksel, zeki, duyarlı; ama utangaç genç Katolik Jean-Louis, hayat dolu, duygulsal bakımdan derin ve karmaşık, mesleğinde başarılı olan Maude ile ilişkiye girmeye cüret edemez.  Onun yerine Jean -Louis, evlenmeye karar verdiği "sadık", oldukça yalın, içe kapanık ve itaatkar Katolik kızı tercih eder. Görünüşe bakılırsa erkek bağılılık ve tutarlılık timsalidir, son derece rasyoneldir; ancak özünde kendi eşiti bir kadınla gireceği eksiksiz olmakla birlikte bir o kadar de belirsiz ilişkiden korkmaktadır. Maude, bütün cazibesi, yeteneği ve tatmin etme kapasitesine ragmen, Jean-Louis'in ona hiçbir şey veremeyeceğini, çünkü bundan korktuğunu ve bunu yapmaktan aciz olduğunu kabul edemez. Jean Louis'in kendisini değil başkasını tercih etmesi ondan derin bir acı oluşturmuştur. Ama bir yandan da devam eden hayatın ritmine uyum sağlar ve başka bir adamla evlenir.Bu evlilik tıpkı Jean-Louis'in "sadık" Katolik kızı ile yaptığı gibi tatminsiz bir evliliktir. İşin özünde bu durum bir kaçan fırsatlar trajedisidir. Halbuki, Jean-Louis ve Maude  bu bilinçdışı tehlikeyi aşabilen istikrarlı bir aşk ilişkisi ve mutlu bir evlilik yaşayabilirlerdi.
Geçmiş olsun onlara ve onlar gibi olan çoğunluğa... Gökten üç elma düştü, üçü de Jean-Louis ve Maude'dan uzaklara düştü...

26 Ekim 2012 Cuma

Bayan Ambivalans'ın İç Sesler Korosu

Sevgili Sevinç, bu öyküyü senin için yazıyorum. Dilerim okurken sıkılmazsın...
 Öyküde iki kahramanımız var; Bayan Ambivalans ile Bay Deryakuzusu. Kahramanlarımız somut dünyada yalnız oldukları bir gün cyber uzay boşluğunda karşılaşırlar. Sözcük seçimleri, müzik zevkleri bir anda onları alır ve büyülü bir rüyanın içine sürükler. Türm rüyalar gibi bu rüya da biter ve kahramanlarımız uyanır. Buraya kadar her şey beklendiktir. Zaten Bayan Ambivalans rüyanın hızla biteceğini her şeyin bir yanılsama olduğunu en başından Bay Deryakuzusu'na söylemiştir. Bay Deryakuzusu ise ilk duyduğunda "yanılsama" fikrinden hoşlanmamıştır, duygularının anlık olamayacağını söylemiştir. Fakat ne var ki; rüyadan uyandıklarında Bayan Ambivalans bunun bir yanılsama olmadığını duygularının gerçek olduğunu söylerken, Bay Deryakuzusu her şeyin "yanılsama" olduğunu söylemektedir altını kalın çizgilerle çizerek. Tam bu noktada Bayan Ambivalans iki yaşında annesi tarafından terk edilen çocuğun güvensizliğini yaşar. Aslında bu güvensizlik hissi Bay Deryakuzusu'ndan bağımsızdır. Zira Bayan Ambivalans bu hissi her ilişkisinde yaşamaktadir, belki annesine güvenli bağlanamadığı için, belki ödipal dönemini sağlıklı geçiremediği için, belki bağımlı bir kişiliği olduğu için belki ondan belki bundan ama hep bunu yaşamaktadir. Susturamadığı iç sesleri var; birbirinden farklı istikametleri işaret eden iç sesler... Şimdi sana bu iç sesleri tanıtacağım Sevinç... Bayan Ambivalans'ın en sevmediği iç sesi Bayan Sınır, o sürekli "ya hep/ ya hiç" der. Sabırsızdır, duyguları en uçlarda yaşayıp tüketmek ister, uğraşmak/ emek vermek onun için çok zordur, bunu başaramaz. Genelde de ilişkilerini mahveden bu sestir. Bayan Ambivalans'ın ikinci iç sesi Bayan Obsesif; o sürekli kontrol etmek ister, ilişkiyi akışına bırakmak onun için çok zordur, genelde o da karşısındakini de bunaltır. Sürekli olumsuz senaryolar fısıldar.  Bayan Ambivalans'ın üçüncü iç sesi Bayan Mazoşist; sürekli kendisine acır ve sürekli birilerinin canını acıtmasına izin verir. Değersizlik hissinden nefret eder; ama karşısındakinin ona değer vermemesi için de elinden gelen her şeyi yapar. Adeta acı sözler duymak için bilinçdışı bir dürtü ile hareket eder, sonra acı sözleri duyduğunda da kendini gerçekleştiren kehanetinin şefkatli kollarına bırakır ruhunu. Anlaması zordur onu... Bayan Ambivalans'ın dördüncü iç sesi Bayan Narsist; anlaşması zordur onunla, birisi sevse onu tüm saflığı ile, burun kıvırır, küçümser, kimseyi kendisine layık göremez. Bazen buz gibidir, çekicidir; ama kalıcı değildir. Çok kolay çekip gider, sürekli yeni hazlar peşindedir ve hiçbir haz onu tatmin edemez. Kendisi ile bile kavgalıdır. Bayan Ambivalans; Bayan Mazoşist ve Bayan Narsist arasında çok bocalamaktadır, çok yorulmaktadır. Bayan Ambivalans'ın beşinci iç sesi Bayan Histerik; çok çocuksu, sevimli, bazen seksi, ilgi çekmeye bayılıyor, Bayan Mazoşist ile çok iyi anlaşıyor ama Bayan Narsist'le birbirlerinden nefret ediyorlar.
Sevgili Sevinç, Bayan Ambivalans iç seslerinin etkisi ile sağa sola savrulurken, Bay Deryakuzusu onu anlamaktan uzaktır. Belki anladığı tek şey zahirdeki tutarsızlıktır. Bay Deryakuzusu, Bayan Ambivalans'a; "Sen yanılsama kal, benim başka gerçekliğim var." demektedir. Bayan Ambivalans, düşünmekten hasta olmuştur, gerçekken nasıl yanılsama olabilir, ya da yanılsama iken nasıl bu kadar gerçek hissedebilir? Arkasını dönüp çekip gitmek istemektedir; ama Bay Deryakuzusu'nu severken ve düşünürken bunu yapamamaktadır. Kendisini anlamsız bir senaryoda "öldüren cazibe" karakterinde bulmaktadır. Bay Deryakuzusu'nun kendisine hiç değer vermediğini düşünmektedir, sonra "ya bu düşünce yanılsama ise ya değer veriyorsa" diye fısıldıyordur iç seslerinden biri. Terkedilmekten korkarken, terkedilmek için bu kadar çaba harcaması Bayan Ambivalans'ın, Bayan Mükemmelliyetçi iç sesine kulak vermesinden mi acaba? Hoş tam o esnada Bayan Narsist seslenir; "sen terkedilmek için ne yaptın ki, o beş para etmezin teki zaten" der; arkasından Bayan Mazoşist; "çaba harca sana 'defol hayatımdan' deyinceye kadar çaba harca" der. Bayan Obsesif; "Belki şu an yeni sevgilisi ile konuşuyordur, baksana umrunda bile değilsin." Bayan Şizoid; "Kapa telefonunu, engelle onu, bir daha ne onunla ne de başkasıyla konuşma, kapan yalnızlığına.". Bayan Sınır; "Bak gördün mü bu erkekler böyle adiler, hepsinden nefret et." Bayan Makul; "Bu bir süreç ve geçecek, biraz canın yanacak ama geçecek." Bayan Anoreksiya; "Yemek yemeyi durdur, kendini yok etmenin en kolay yolu. Sen yok olursan acıların da diner." Bayan Histeri; "Hey dur sen güzel bir kadınsın, mahvetme bu güzelliği ve sun ona en güzel halini.." Bayan Melankoli; "Gir yatağına, çek perdeleri, sarıl yastığına ve gözlerin şişinceye kadar ağla."...
Bayan Ambivalans tüm bu koro içinde kendi sesini duyamamaktadır. Ne gitmeyi, ne kalmayı; ne sevmeyi, ne nefret etmeyi başaramamaktadır. Ne değerli, ne de değersizdir. Sürekli bir çiftdeğerlilik halindedir, bu yüzden adı Bayan Ambivalans'tır.
Oykümüz şimdilik burada biter Sevinç.

7 Ekim 2012 Pazar

...

Pazar günleri genelde sıkıcıdır, bilhassa öğleden sonraları ... sanki garip bir sessizlik sarar her tarafı, renkler grileşir, hayat cansızlaşır. Bu durum ölüme çok benzer bir yarım kalmışlık hissini barındırır. Mevsimlerden sonbahar, günlerden pazar olunca bu his çok daha yoğun hissedilir. Bugün öyle bir gün, deli gibi doldurmaya çalıştığım ama yine de boşluklar tarafından yutulduğum bir gün.
Buhranlı ruh halimin etkisi midir yoksa uzun süredir sıkılmış olmanın etkisi mi bilmiyorum; ama internet üzerinde bıraktığım tüm izleri elimden geldiği ölçüde silip, sosyal ağların gürültüsü olmadan kendi yalnızlığıma katlanmayı denemek istiyorum. Kaçacak hiçbir delik bırakmadan onunla yüzleşmek, çekmekten korktuğum acıyı tüm varlığımla hissetmek, kendimi ona maruz bırakmak ve belki böylece onun zihnimin arka koridolarında yarattığı ürkekliği kırmak...
Lhasa de Sela dinliyorum şu an, onun depresif sesinde dip yapıyorum. Belki de derinlerdeki şeyler o kadar da korkunç degıldir.

1 Eylül 2012 Cumartesi

...

Saatlerdir pc başında oturmuş, insanların klavye ile dünyayı kurtarma yanılsamalarını seyrediyorum, bazen onlara iştirak ediyorum ve ben de 140'lık bir salvo yapıyorum uzay boşluğunda kaybolmak üzere... Doğrusu sıkıldım; ama tuhaf bir üşengeçlik de var üstümde. Yapacak daha iyi onlarca iş olmasına rağmen online hazlar peşinde pasif konumda beklemek pek akılcıl değil. Fakat birşeyin akıl dışı olduğunu bilmen onu yapmana mani olmuyor her zaman.
Şu aralar favorim Imany:

22 Temmuz 2012 Pazar

Dipten Gelen Şeyler

İnsan en fazla kaç kez kırılabilir? En fazla kaç kez yutkunup susabilir? Bu konuda yapılmış bilimsel bir çalışma var mı bilmiyorum; ama eşiğin yüksek olmadığına eminim. Zaman geçtikçe insan aldığı yeni yaralara geçmişten gelen aşinalıkla yaklaşıyor, her çentik bir öncekinin yerini doldurmaya başlıyor; ümit yerini geçmiş acı tecrübelerin genellenmesine bırakıyor. Çok daha kola "BİTTİ" deniliyor, iyice bireyselleşen ve izole hale gelen hayatlara ekstra yükler istenmiyor.
İnsan sükunete ihtiyaç duyuyor, dışarının gürültüsünden kaçıp sığınabileceği sakin limanlara / yüreklere. Kendi yorgunluğundan bir başka ruhun gölgesine sığınmak belki de... 

6 Haziran 2012 Çarşamba

Zor Bir Gün

Kaç gündür; "Bu akşam bir film izleyeceğim." diye kendime söz verip, günün sonunda sözümü tutamamanın hüsranı ile uyuyorum. Muhtemelen bu akşam da sözümü tutamayacağım.  Film izlemek yerine, müzik eşliğinde yazma ihtiyacımı tatmin etmeyi tercih ettim.
Her gün kendi içinde biricik; ama bugünü daha özel kılan bir deneyim yaşadım. Mesleki açıdan benim için önemli bir tecrübe idi; ama insani açıdan  -deyim yerinde ise- biraz göçtüğümü itiraf etmeliyim. Bugün altı yaşında ensest, dolayısı ile cinsel istismar yaşayan bir hastam vardı. Tüm görüşme boyunca serin kanlılığımı korudum; ama görüşme bittikten sonra hastanenin bana dar geldiğini fark ettim. Bir an önce dışarı çıkıp, o ortamdan uzaklaşmak istedim. Bir babanın kendi kızına cinsel istismarda bulunmasını algılayamıyorum. Empati yapmak için kendimi çok zorluyorum; ama ne kadar zorlarsam zorlayayım şehvet arzusunu kendi evladı üzerinden tatmin eden "insan"ı (?) anlayamıyorum, kendimi onun yerine koyup hislerini kavramam mümkün olmuyor. Çocuk beklendiği üzere post travmatik stres bozukluğu yaşıyordu, hayatına egemen olan kelime "KORKMAK"tı. Daha soyut düşünce evresine geçmemiş, yetişkin cinselliğini algılaması mümkün olmayan bir çocuğun; "Ben hamile kalıp anne olacağım." derken hangi his dünyasında olabileceğini düşünmekte zorlanıyorum. Bugün duyduklarımın gerçek olduğunu kabullenmekte zorlanıyorum. Biliyorum bunlar hep oluyor, teoride onlarca ensest ya da cinsel istismar vakası okudum; ama bunun canlı kanlı hali ile karşılaşmak nasıl desem adeta nihilizm çukuruna doğru bir santim daha itti beni.  Bir an kendimi "anlamsızlık" hissi ile debelenirken buldum. Zor be Sevgili Dikizleme Günlüğü okuyucusu,  hayat zor ve ağır. Yıllar önce Unicef'in "Every child needs a family." diye bir sloganı vardı. İlk duyduğumda çok hoşuma gitmişti ve çok yerinde bulmuştum. Şu an düşünüyorum da; belki de her çocuğun bir aileye ihtiyacı olmayabilir. Hele ki böylesi istismar durumlarında...
Bu satırları yazarken şunu dinliyorum, yan masadan sana da gelsin:

27 Mayıs 2012 Pazar

Tek Yönlü İletişim

Hiç yüz yüze gelmediğimiz insanlar hakkında detaylı bilgiye maruz kalmanın yarattığı yeni bir ilişki türü var artık: Sosyal ağlarda yakından takip ettiğimiz insanların ne hissettiğini bile biliyoruz; ama bir türlü kendileri ile gerçek bir ilişki kuramıyoruz.  İşte bu, yeni bir ilişki türü.
"Onlar hakkında her şeyi biliyoruz, ama onlar var olduğumuzdan bile habersiz!" bu cümle çok tanıdık değil mi? Uzunca bir süredir internette yaşanan ilişkiler üzerine düşünüyorum ve okumalar yapıyorum. Hatta bu konuda bir master tezi bile yazdım. Çoğu zaman case study olarak kendimi gördüm.
İnternet bağımlılığı ile ilgili yaptığım okumalarda hep bir alt başlık olarak, 'nette yazışılan arkadaşlarla geçirilen vaktin reel hayattaki arkadaşlarla geçirilen vakte tercih edilmesi' maddesi ile karşılaşıyorum. Çoğu zaman bunu ben de yapıyorum. Mesela; nette hiç yüzünü görmediğim ve sesini duymadığım biri ile yazışırken, telefondan beni arayan reel arkadaşımı meşgule alıp sanalı ile yazışmaya devam edebiliyorum. Sanal iletişim, çoğu zaman karşı tarafı 'kusursuz' sunabiliyor bize, yüz-ses ve bedene dair hiçbir şey olmadığı için yazılı cümlelerle hayallerimizi birleştiriyoruz. Bir nevi kendimizi bile bile, haz verici bir yanılsamanın içine atıyoruz. Bir süre sonra sıkılıp, somutluk aramaya başlıyoruz. Somutluğun başladığı yerde de "kusursuzluk yanılsaması" yıkılıp yerine, kusurlu 'gerçek' bir insan geliyor. Kendimize bile itiraf etmekte zorlandığımız bir hayal kırıklığı yaşıyoruz falan filan... Bu konuya bir ara yine devam ederim, şimdilik bu kadar efen'im.

25 Mayıs 2012 Cuma

Bir Alıntı

"...Artık insanların tıklanma ve izlenme oranlarına, gişe başarısına, kısacası sayılara indirgendiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu topluma bu kadar kolaylıkla, büyük bir çaba sarf etmeden uyum sağlamamız ise ne yandan bakarsanız bakın hayret verici. Böyle bir sistemde insan, katılım sağlayarak fark edileceğini ve sırf hayatını deşifre ettiği için ödüllendirileceğini zannediyor. Bir yandan da bütün bunlara katılarak 'sistem karşıtı' bir kimlik edinebileceğimize inandırıyorlar bizi. Biz de büyük bir memnuniyetle, bunları yaparak isyankar insanlara dönüştüğümüzü düşünüyoruz. Halbuki yaptığımız sisteme en aktif şekilde katılmaktan başka bir şey değil. Hiç olmadığımız kadar siber yaratıklarız artık. Birbirimizin varlığından besleniyoruz."

Serbestbej'e...

Sevgili Serbestbej, dikizleme günlüğümün bu satırlarını sana ayırdım. Uzun süredir sanal hayatımda olan en "insan"dın. Bugün itibari ile siber uzayın yapaylığına daha fazla dayanamayıp, kendini bulma yolculuğuna çıktın. Sen gittin ve ben üzüldüm. Sanırım tek başına "üzüldüm" kelimesi kafi değil; "Ben ne yapıyorum burada?" diye sorguladım. Dikizleme kültürü içinde teşhir ve röntgen kısır döngüsünden çok bunaldım. Ben klavyemle mutlu- mesut bir hayat süremiyorum, sadece gerçek hayatın sorunlarını mastürbatif bir dokunuşla görünmez yapıyorum. Böylece bilincin lanetinden kurtulduğumu zannediyorum. Aslında koca bir yanılgı!
Sesini duymadım ve yüzünü görmedim, kaç yaşında olduğunu, ne iş yaptığını, nasıl bir hayat sürdüğünü bilmiyorum; ama ben seni çok sevdim Serbestbej. Avatarımın arkasına sığınıp, insan olduğumu unuttuğum günlerde bana insan olduğumu hatırlattın. 140 karakterlik vuruşlarla personalarımdan sıyrıldığım küçük anlarda eşlik ettin ve hatta rehber oldun. Bir gün, bir şekilde  buraya bakacağını ve bu yazıyı okuyacağını ümit ediyorum. Sen iyi bir insansın ve en önemlisi "insan"sın. Dilerim kendine yaptığın yolculuklar iç huzurunu en yüksek düzeyine ulaştırır.  Hoşçakal...

23 Mayıs 2012 Çarşamba

...

"Gitmek” sadece bir eylemdir.
“Unutmak” ise kocaman bir devrim!




İçimde kocaman bir boşluk var. Gitme cesaretim yok, unutmak ise elimde değil. Acı, seçenek değil; mecburiyet. Kendini kandırmak ise bu mecburiyet içinde sığındığım bir liman. Uzun cümlelerim yok. Hâl'im an içindeliğim. Ruh "hâl"im,  sözcüklere dökerken en çok zorlandığım "an"ım.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Neil Diamond'dan gelsin hello again

Uzun süredir bu blog üzerine düşünüyorum, neler yazsam, hangi konuları seçsem ve blogu nasıl dizayn etsem diye. Zira epey bir süredir bu blog ölü vaziyette, aktif bir şekilde kullanmak istiyorum ama bunu nasıl yapabileceğime dair fikrim yok. Bloggerlık pek de anladığım bir iş değil esasında. Blog açarak bir şeyleri "teşhir" etmek istediğim açık ama bu "teşhir ihtiyacı";  twitter, facebook ya da formspringte olduğundan farklı. Kitlelerin beğenisini toplamak gibi ütopik arzularım ya da hırslarım yok. Sadece anonim olmanın verdiği rahatlıkla içimi dökmek istiyorum. Yazarak kendimi tanımak istiyorum. Muhtemelen yazdıktan birkaç gün sonra okuyunca beğenmeyip sileceğim ya da boşver olduğu gibi kalsın diyeceğim şeyler yazacağım. Tabii bunu günlüğüme değil; "dikizleme günlüğü"ne yapmam az önce de yazdığım gibi "teşhir ihtiyacı" ile ilgili. Hepimizde olan bir şey bu, sadece dozu ve şekli farklı. Ben fikirlerimi /hislerimi /duygularımı / algılarımı teşhir etmeyi seviyorum, sen belki bedenini, ilişkilerini falan filan... Bu da öyle bir minik açıklama olsun.

11 Mayıs 2012 Cuma

Bir var bir yok...

"Bir sana baktım; bir sözlerine
Bir varmışsın, bir yokmuşsun
Kızdım kendime
Uyumadım kalktım; kare defteri açtım
Bir vermişsin, bir almışsın
Güldüm halime...."
Vakti zamanında dinlediğim bir şarkının sözlerini defterimin bir köşesine karalamışım. Ne şarkıyı ne de hangi ruh hali ile bu sözleri o deftere karaladığımı hatırlamıyorum. Dinlediğim şarkıların sözlerine dikkat etmek, pek yaptığım bir şey değildir esasında; ama bu sözler hayatla ya da yaratıcısı ile hesabı olan birinin sözleri gibi. Üzerine düşündüren cinsten... Bir var bir yok bir, gerçek bir sanal hayatıma dokundu bu sözler.
Uzun zaman oldu buraya bir şeyler yazıp çizmeyeli. Kişisel günlüğümü internette tutma fikrini halen yadırgıyor olmalıyım. Zira cümleler klavyemden süzülürken aklım halimle dalga geçiyor. Her an her şeyi paylaşabiliyorsun da duygularını paylaşmak en zoru, tüm mahremiyetini yabancılara açmış gibi hissediyorsun.